1 Mayıs’ta Taksim’i işçilere yasaklama heves ve inadı, sokağa çıkmanın yasak olduğu günde bile eksik kalmadı. Meydana çelenk koyup açıklama yapmak isteyen DİSK başkanları gözaltına alındı. Güvenlik görevlileri çelengin çiçeklerini yolarak (oysa 96’da Kadıköy’de lalelere yapılanları hiç unutamamışlardı) “kamu düzenini ve güvenliğini” tesis ettiler. Sosyal mesafe kurallarını ihlalden korumaya çalıştıkları insanları karga tulumba ekip arabalarına doldurup, yeterli iş yükü yokmuş gibi iki tur hastanelere taşıyıp “sağlık raporu” da aldırdılar. Ardından onları serbest bırakmadan önce Türk-iş heyetinin Taksim anıtına çelenk koyduğu haberini de servis ettiler. Kamu kararlılığı, yasak ve izin kriterleri ancak böyle açık gösterilirdi. Bir grup milletvekili çelenkten kalanları meydana ulaştırmayı başardı ve "evde kalamayan" işçilerin çalışmaya devam ettiği bir işçi bayramını daha böyle geçtik. Geriye "nerede kalmıştık" dedirten bir resim bıraktı.
Son günlerde "kutuplaştırma geri geldi", "siyaset yeniden sertleşiyor" şeklinde başlıklar görüyoruz. Hatta siyasilerin neden yeniden buna ihtiyaç duyduğu konusunda değerlendirmeler yapılıyor, tartışmalar yaşanıyor. Durumu erken seçim habercisi olarak görenler de seçim olmayacağının garantisi olarak görenler de var. Aslında giden ya da normalleşen bir şey olmadığı için "yeni veya yeniden" durumu söz konusu değil. Epey uzunca bir süredir temel niteliği değişmeyen dengesiz ve öyle olduğu için dalgalı bir iklimdeyiz. “Mevsim normallerinde” görülen küçük oynamalar veya arada sırada yaşanan biraz boşlama/ihmal, havayı değişmiş gibi gösteriyor. Hava dönmese de “hissedilen sıcaklıklar” farklı oluyor. Belki "değişmesini" (öyle görünmesini) isteyenler gerçeği biraz fazla büküyor. Bu iklimin konjonktüre bağlı küçük değişimleri, yapısal özelliklerinin hep aynı kalmasını engellemiyor. Ayrıca bu dalgalı hal, yeknesaklığın yıkıcılığından koruyarak durumun sürekliliğine hizmet ediyor.
Yaşananlar, ara verilmiş, geri çekilmiş şeylerin tekrarından ziyade, seviye ve ölçek değişimiyle ilgili gibi duruyor. Bu haliyle de yeni doz, bir tazelenme, yeni ivme görüntüsü veriyor. Siyasetin sosyal medyaya taşınması ve tamamen bu mecraya sıkışmasıyla birlikte, saldırganlık dozu arttı, seviye irtifa kaybetti. Daha önce maaşlı ve maaşsız troller eliyle yürütülen kampanyalar, artık kendileri trol haline dönüşen siyasetçiler tarafından bizzat yürütülüyor. Sosyal medyada linç organizatörlerinin rütbesi yükseliyor. Örneğin MHP Genel Sekreteri, CHP Grup Başkanvekili’ni açıktan tehdit edebiliyor. AKP İstanbul İl Başkanı aynı ilin CHP İl Başkanı’nı "bu mevsimde boğazın suları serindir" diye "uyarıyor". Sosyal medyaya taşınmış olan siyasi gerilim, bir dil ve üslup sorunu olarak da kalmıyor. Buradan başlayan/başlatılan kampanyalar, görevlerini yapmak için bu işaretlere odaklanmış kamu görevlileri tarafından soruşturmalar, yasaklamalar ve cezalarla tamamlanıyor.
Sosyal medyada çıkartılan küçük bir gürültü veya herhangi bir paylaşımın "emniyet genel müdürlüğü" adresini ekleyerek sanal ihbara dönüşmesi hemen sonuç veriyor. Son yıllarda pek çok yargılamanın ana delili haline gelen "isimsiz ihbarlar" veya "gizli tanıklar", sosyal medya kampanyalarında boy gösteriyor. Bu kampanyalara resmi (veya uygun siyasi) bir aktörün dahil olmasını emir sayan güvenlik ve yargı bürokrasisi, hemen harekete geçiyor. Fahrettin Altun’un imara aykırı işlemlerini haber yapan gazeteciler ifadeye çağrılıyor, habere erişim yasaklanıyor. Diyanet İşleri Başkanı’nın kınayanlar, Ali Erbaş’a değil "halkın bir kısmına", dine ve devlete saygısızlık suçuyla kovuşturuluyor. RTÜK artık kitabına uydurma gereği bile duymadan keyfi cezalar yağdırıyor. Ekmek dağıtmak bölücülük, "iktidar değişsin" demek darbe çağırmak olarak nitelendiriliyor. Siyasette, üniversitelerde, yargıda yapıldığı gibi sivil toplum alanında da saldırılar yoğunlaşıyor. Bakınız; oda ve baro yönetimleri için yasa değişikliği hazırlığı.
Sosyal medyadaki seviye kaybı ve ölçüsüzlük, kavramları ve olgular arasındaki nedensellik bağlarını da bozuyor. Mesela Ali Erbaş’ın ileri sürdüğü "ilahi hüküm" meselesi çok çarpıcı bir tablo ortaya koydu: İktidarın ve "hassasiyetlerini" herkese dayatmak konusunda tavizsiz olanların, "toplumun diğer kısımlarını" aşağılamak (suçlamak) konusunda sınırsız "özgürlük" talep ettiklerini ve buna “saygı” beklediklerini gördük. “İlahi hükme” yaslanma iddiasının mesnetsiz suçlamayı, açık ayrımcılığı mümkün ve meşru kılabileceğine inanmamız istendi. Aynı şekilde uzunca bir süredir iktidarı eleştirmek ve olası bir değişimden bahsetmek, vesayeti veya darbeyi çağırmak suçlamasıyla karşılanıyor. Bu yaklaşım, sadece muhalefeti kriminalize etmek için elverişli değil: Mevcut iktidarın "normal" siyasi yollarla değiştirilemez olduğu kanaatini pekiştirmeye de yarıyor. Muhalefet cephesinde, çok sert bir eleştiriymiş gibi yapılan, "bundan sonra seçim olmaz" veya "bunlar seçimle gitmez" iddialarında olduğu gibi.
Popülist otoriter iktidarlar ve onun temsil ettiğini iddia ettiği her şey, sadece ezici çoğunluğun tercihleri olarak gösterilmiyor, aynı zamanda onlara ilişkin her türlü sorgulama (itiraz) suçlama konusu yapılıyor. Trump’ın her hoşlanmadığı soru için “yalan haber” demesi alay konusu olacak bir tik değil. Suçlama kalıbının en hafifi, “çoğunluğun (memleketin) değerlerine yabancı olmak”. Oysa bazen endişe ve o endişeye bağlı itirazlar, yabancılıktan değil tam tersi çok iyi tanımaktan kaynaklanıyor. Ayrımcılık, şeytanlaştırma, düşmanlaştırma konusunda “değer veya hassasiyet” diye sunulan, arka çıkılan ve yol verilen fütursuzlukların, nasıl akıl almaz kıyıcılıkta sonuçlar vermiş olduğu "uzak" bilgiler değil. Otoriter, totaliter eğilimler, kendi kontrolleri dışında söz söylenmesini kısıtlamaya çalışıyor, sonra bazı sözlerin söylenmesini mecbur ediyor ve en sonunda da bütün olup bitenin karşısında susulmasını istiyor. İstenmeyen söz söylenemez. İstenen biçimde söz söylemek mecburi. Sükut –suç ortaklığı veya itaat gerekçesiyle olması fark etmez- tek seçenek.
Korona salgının dünyaya neler yapacağıyla ilgili tartışmalarda, "otoriterliği güçlendirmesi" olasılığından çok bahsedildi. Popülistlerin bunu fırsat olarak kullanabilecekleri, tarihteki benzer örneklerle anlatıldı. Galiba popülistler, otoriterlik heveslileri ve ölçüyü artırmayı düşünenler, bu yorumlardan çok etkilendiler, cesaretlendiler: "Bizim böyle yapmamız lazımmış, zaten olması gereken buymuş" dediler herhalde. İşin şakası bir yana, hem dünyada hem Türkiye’de, salgının yarattığı otoriterlik fırsatlarını aşan gelişmelere tanık oluyoruz. Sosyal mesafe kuralı ve izolasyon gerekleriyle kuşatılmış, dar alana sıkıştırılmış yakın bir zamanda kendisine hareket alanı açamayacak bütün muarızlarını (kesim ve kavram) bastırmaya yönelmiş görünüyorlar. Muhalefet belediyelerine dönük kayyım atamadan kayyım yönetiminin, sadece onların önünü kesmekle sınırlı olmayan "yerel iktidar" tartışmasına çevrilmesi önemli bir örnekti. "Çoğunluk değerlerine" saygı mecburiyetinin nasıl tuzaklar açacağını da gördük. Yüksek makamların bizzat yürüttüğü linç hamlelerinin sanal alanda kalmayan sonuçlar vermeye başladığını da izliyoruz. Devamını düşünmeye pek heves kalmıyor.