Nerede o eski dezenformasyonlar?

Dezenformasyon sorununu tartışırken büyük dezenformasyon kampanyalarının aktörlerinin sıklıkla devletler, istihbarat örgütleri, siyasi gruplar ya da sermaye çevreleri olduğunu hatırlamak önemli.

Abone ol

Can Ertuna*

Türk Dil Kurumu, dezenformasyonu mütevazı bir tanımla “bilgi çarpıtma” olarak açıklıyor. Kelimenin kökeni konusunda üzerinde herkesin uzlaştığı bir öykü yok, ancak Rusça “dezinformatsiya” kelimesinin bugünkü genel kullanıma yakın bir içerik taşıdığı söylenebilir. Soğuk Savaş’ın hız kazandığı, ABD liderliğindeki Batı ve Sovyetler önderliğindeki Doğu blokları arasında casusluk faaliyetlerinin hız kazandığı dönemde, 1952 yılında “Büyük Sovyet Ansiklopedisi”ne dezinformatsiya maddesi ekleniyor: “Kamuoyunu yanıltmak için basın, radyo vs. aracılığıyla yanlış haberlerin yayılması”. Ansiklopedide Sovyetler’in Batı’nın “dezinformatsiya” kampanyasının hedefi olduğu belirtiliyor ancak başta Kremlin, Doğu Bloku ülkelerinin de bu aracı Batı’ya karşı da başlıca propaganda yöntemlerinden biri olarak devreye soktuğu biliniyor.

Kelimenin politik yükü, sıklıkla devletler seviyesinde de propaganda ve yeri geldiğinde bir yönetme aracı olarak kullanılmasına işaret. Dolayısıyla dezenformasyon sorununu tartışırken internet öncesi, kitle medyası dönemine bakmak ve büyük dezenformasyon kampanyalarının aktörlerinin sıklıkla devletler, istihbarat örgütleri, siyasi gruplar ya da sermaye çevreleri olduğunu hatırlamak, tartışmaya sağlıklı bir yön çizmek için önemli. Sorunu salt güncel teknolojiler üzerinden tanımlamak, bir noktadan sonra dezenformasyonla mücadele değil, internet ve sosyal medyayla mücadeleye varan bir uğraş oluyor.

DEZENFORMASYON VE MEDYA: 6-7 EYLÜL’DEN BUGÜNE

Hürriyet yazarı Abdülkadir Selvi, iktidarın gündemindeki sosyal medya düzenlemesinin gerekliliğini savunduğu yazısında, Ankara Altındağ’da Suriyelilere yönelik saldırıların sosyal medya örgütlenmesi ile düzenlendiği vurgusu yaparken aslında farklı bir amaçla da olsa önemli bir hatırlatma yaptı, olayları “6-7 Eylül olaylarının provası” olarak nitelendirdi. 6-7 Eylül 1955’te İstanbul’daki Rum, Ermeni ve Yahudilere yönelen örgütlü saldırılar sonucunda resmî kaynaklara göre 11 ila 15 kişi öldürülmüş, 300 ila 600 kişi yaralanmış, Müslüman olmayanların ibadethaneleri, mezarları tahrip edilmiş, ancak en önemlisi verilen gözdağı ile bir kentin ve ülkenin demografisini değiştirecek göç hareketi tetiklenmişti. General Sabri Yirmibeşoğlu’nun yıllar sonra “Özel Harp Dairesi’nin harekâtı” olarak açıkladığı saldırıların fitilini ateşleyen Atatürk’ün Selanik’teki evine bomba atılmasıydı. Yassıada duruşmalarında bombalama olayının da Türkiye bağlantılı bir kışkırtma olduğu ortaya çıkmıştı. O dönem sosyal medya yoktu belki ancak günlük tirajı 20-30 binlerde seyreden İstanbul Ekspres adlı küçük bir gazete, bu haberi küçük bir kıvılcım bekleyen kalabalıklara akşam yıldırım baskıya sokularak ve 150 bin tiraja ulaşarak verecekti. Belli ki Yirmibeşoğlu’nun aktardığı “harekatın” bir ayağı da basındı.

Yıllar boyunca bombalı provokasyonlar da, gerçekleşmese bile o tehdit etrafında üretilen dezenformasyon da sürdü. 12 Eylül’e giden yolda gerçekleşen ve 57 kişinin öldürüldüğü Çorum katliamında saldırıların en kanlı gününde fitili ateşleyen “Alaaddin Camii’ne bomba atıldı” iddiası, aslı astarı bulunmamasına rağmen TRT radyosunca defalarca tekrarlandı. Zaman geçti, vesayetle mücadele diye gelenlerin kendi vesayetlerini kurduğu günlerde Taraf Gazetesi, “Fatih Camii bombalanacaktı” diye manşet atarak Balyoz davaları olarak anılan büyük kumpasın kamuoyu rızasıyla karşılanması için kendine biçilen sınırlı süreli rolü oynamaya başladı. Medyada penguenlerin sayısı artarken sosyal medya emekleme çağını geride bırakmaya başlamış, Gezi protestoları sırasında geniş kesimlerin başlıca haber alma aracına dönüşmüştü bile. Ancak yine de etkili dezenformasyonun (ya da bazı durumlarda yanlış haberin) adresi farklıydı. Emniyetin talimatıyla zabıta sabaha karşı parktaki çadırları ateşe verirken ajanslar “eylemciler çadırlarını yaktı” diye haber geçiyordu. O dönem yine geleneksel medya aracılığıyla, sonrasında bir türlü kanıtlanamayacak iddialar doğrulanmış haberler gibi sunulmuştu. Kamuoyu bir süre Kabataş’ta “belden yukarısı çıplak, ellerinde deri eldivenler, başlarında siyah bandanalar bulunan” bir protestocu grubun tacizine uğradığını söyleyen Zehra Develioğlu’nun şikayetiyle meşgul olmuş, “Cami’de içki içtiler” iddiası iktidara yakın gazetelerce manşetten verilmişti.

YALAN HABER TEHLİKELİ; PEKİ DOĞRU BİLGİYİ SAKLAMAK?

Eski ABD Başkanı Donald Trump’ın bir yandan olguları yok sayarak, çarpıtarak açıklamalar yapması, bunu yaparken de hoşuna gitmeyen haberleri “yalan haber” (fake news) olarak damgalaması, tanımların sesi yüksek çıkan erk sahipleri tarafından nasıl “gasp edildiğinin” en iyi örneklerinden; en çok dezenformasyon yapanların, herkesi dezenformasyon, algı operasyonu yapmakla suçlaması gibi. Ancak neyin yalan, neyin yanlış haber olduğu, neyin dezenformasyon, neyin mezenformasyon (bilmeden ya da iyi niyetle dahi olsa yanlış bilgi yaymak) olduğu arasındaki sınırlar her zaman belirgin değil. Tüm bu geniş alanı kapsayan sorunlar bütünü “bilgi düzensizliği” olarak anılıyor. Yalan, yanlış bilginin dolaşıma sokulmasının yanı sıra, bir başka boyutu daha var bilgi düzensizliğinin; gerçeklerin saklanması ya da doğru bilginin aktarıl(a)maması. Türkiye gibi basın özgürlüğü listesinin alt sıralarında yer alan ülkelerde habercilikten sakınılan, doğru bilginin yaygınlaştırılamadığı birçok konuda, boşluğu dezenformasyon doldurabiliyor. Ya da dezenformasyon, algı operasyonu, yalan haber gibi tanımların yeni bir hakikat inşası için araçsallaştırıldığı yerlerde geniş kesimlerin olgulara dayalı gerçeklikle bağları zayıflatılabiliyor.

BİR ANDA KABARAN HAKİKAT AŞKI

İktidarın üzerinde çalıştığı, sosyal medya düzenlemesinde aslında neyin hedeflendiği temel soru. Hep örnek gösterilen Alman modelinde -ki aslında ifade özgürlüğü alanını daralttığı gerekçesiyle çokça eleştiriliyor- ırkçılık ve nefret söylemi gibi bir arada yaşama pratiğini zedeleyen paylaşımların engellenmesi temel hedef. Gelen ilk işaretler, düzenlemenin ilk evre kapsam olarak bundan biraz farklı olabileceği yönünde. Çünkü Alman modeliyle birlikte “inceliyoruz” parantezine alınan bir de Singapur modeli var örneğin. Benzer yasalar arasında en kısıtlayıcı olanlardan. Sadece 10 yıla kadar hapis cezası öngörmüyor, aynı zamanda neyin “yalan” olduğunu tanımlama yetkisini hükümete veriyor. Kısacası hakikatin belirleyicisi, bir yasayla iktidar oluyor.

Türkiye’de de yeni sosyal medya yasa hazırlığının şeffaf bir biçimde yürütülmemesi, bunun yerine sızdırılan bilgilerle kamuoyunun nabzının ölçülmeye çalışılması endişeleri artırıyor. Düzenlemenin dezenformasyon gerekçesiyle, yasal araçlarla yürütülecek yeni bir hakikat tekeli mücadelesi olup olmadığı sorgulanıyor. Yaygın medya kuruluşlarındaki denetim büyük oranda ele geçirilmiş olsa da yeni medya platformları “kral çıplak” çığlıklarının yükseldiği alanlar olarak kaldı. Bu alanda elbette tüm dünyada olduğu gibi bilgi düzensizliğine de yanlış habere de suç olan içeriklere de rastlanıyor. Ancak bu konuda rahatsızlık dillendirilirken “yalan terörü”, “beşinci kol faaliyeti” gibi ifadeler seçilmesi, olumsuz örnekler verilirken hep muhalefete dönülmesi yaklaşmakta olanın içeriğine dair bir fikir veriyor.

KUTUPLAŞMAYI SOSYAL MEDYAYA YIKMANIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ

Herkesin kendi hoşuna giden haber ve yorumlarla karşılaştığı yankı odalarındaki gönüllü ya da sürgün ikâmetinin ve kutuplaşmanın tek suçlusu olarak, dijitalleşme ve sosyal medya platformlarını göstermek hem kolay hem de kullanışlı. Akademik çevrelerden esen teknolojik determinist rüzgâr bu yaklaşımı destekliyor. Oysa bu kutuplaşmada mevcut siyasal iklim ve egemen söylem kadar, okuyucu ve izleyicilerin asgari müşterekte buluşabileceği, evrensel standartlarda haber ve yorum vadeden ana akımın kalmaması da büyük bir etken. Sadece izin verilen haberleri servis edebilen yaygın medya kuruluşları ile sınırlı olanaklarına, akreditasyon kısıtlamalarına rağmen haber aktarmaya çalışan alternatif kanallar arasında sıkışmış bir izleyici, okuyucu, dinleyici kitlesi var. İfade ve basın özgürlüğü alanını daha çok daraltacak yeni bir düzenleme ise vadedilenin aksine iyi gazeteciliğin alanını daha da daraltıp dezenformasyon tekellerinin elini güçlendirme riski taşıyor. Oysa geçmişteki örnekler yıkıcı toplumsal sonuçları olan dezenformasyonun hangi yapılar tarafından devreye sokulduğunu ortaya koyuyor. Gerçekten dezenformasyonla mücadele için başta oralara bakmak daha yerinde bir tercih olacak gibi gözüküyor.

*Gazeteci ve Doktor Öğretim Üyesi, Bahçeşehir Üniversitesi