25 Kasım’da İstanbul’da, kadına şiddete hayır demek için bir
araya gelen kadınlar, polis şiddetiyle karşı karşıya kaldı. Galata
Kulesi ‘kadına şiddet farkındalığı’ için turuncuya büründürülürken
barışçıl olacağı her halinden belli bu eylemin önü mümkün her yolla
tıkanmaya çalışıldı. Yürüyüşe izin verilmedi, kadınlara gaz
sıkıldı, tartaklananlar oldu. Bu yoğun baskıya rağmen neşesinden de
isyanından da bir şey kaybetmeyen kadınlar, ara sokaklara dağılıp
eylemlere devam ettiler. Özellikle Sedat Suna’nın çektiği
fotoğrafların da gösterdiği gibi, belleklere kazınacak denli güçlü
ve umut verici bir eylem gerçekleşti.
Kadına şiddete yol açan büyük öfkenin de, muktedir riyakarlığın
da, kadın hareketine ilişkin her cepheden hoşnutsuzluk veya
suskunluğun da ardında dev bir korku var. Ne tür bir kılığa
bürünürse bürünsün, önü alınamayan bir büyük değişimin uyandırdığı
korku...
25 Kasım öncesinde Neruda’ya dair bir mesele, hemen sonrasında
da Bertolucci’nin ölümüyle, bildik tartışma alevlendi: Sanatçıyı
yapıtından ayırmak mümkün müdür? Yeteneği, dehası, sanatsal
başarıları ya da politik görüşü bir erkek sanatçıyı yaptıklarından
muaf kılar mı? İlk sorunun yanıtı biraz daha karmaşık bana göre,
oraya geleceğim. İkinci sorununki ise tereddütsüz bir hayır.
Önce iki vakaya dair bir özet geçeyim. Şili hükümetinin bir
havalimanına Nobel ödüllü ünlü şair Pablo Neruda'nın ismini vermek
istemesi, bazı kadın hakları gruplarının tepkisini çekti.
Tepkilerin gerekçesi, şairin (bizde de “Yaşadığımı İtiraf Ediyorum”
adıyla yayımlanan) hatıratında, 1929’da diplomat olarak gittiği Sri
Lanka’da bir hizmetçiye tecavüz ettiğini anlatmış olmasıydı.
Ünlü İtalyan yönetmen Bernardo Bertolucci ise, ölümünün ardından
“Paris’te Son Tango”daki meşhur ve meşum ‘tereyağlı sahne’nin
çekimi esnasında Marlon Brando’yla bir olup Maria Schneider’a
oynadıkları oyun etrafında dönen tartışmalarla anıldı. Yönetmen,
anal tecavüz sahnesinin, genç oyuncuda gerçek bir aşağılanma hissi
yaratmak için -kısmen- ona önden haber verilmeden tasarlanıp
çekildiğini itiraf etmişti. Schneider bu çok travmatik deneyimden
sonra kariyerini de hayatını da toparlayamadı. Bertolucci, bu
konudan ötürü suçlu hissettiğini ama pişman olmadığını belirtmişti.
Yine olsa yine aynı şeyi yapardı sanat için.
Elde iki saygın sanatçının kendi ağzıyla yaptığı, onlara dair
imgeyi yerle bir eden iki itiraf var yani.
“Paris’te Son Tango”yu 14-15 yaşındayken, Ankara’da, sanıyorum
bir festivalin Bertolucci seçkisinde izlemiştim. Baştan sona
vurgulu bir cinsellik içeren bu film 13+ mı, 18+ mı kodlanmıştı,
yanımda bir büyük olsa da nasıl girdim, hatırlamıyorum. Film beni
pek çok açıdan sarsmış, rahatsız etmiş, aynı ölçüde de büyüsüyle
sarmıştı. Çekilmesinin üstünden onca zaman geçtiği halde hâlâ
coşkulu bir sinema deneyimi vaat eden bir filmdi, daha önce
izlediğim pek bir şeye benzemiyordu.
Sonrasında tüm Bertolucci filmlerini, bazılarını birden fazla
kez, izledim. Sinema sevgime katkısı çoktur yönetmenin. Marlon
Brando’yu bu filmle 40’larındaki haliyle tanımış, merak edip önceki
filmlerini de izlemiştim. 16 yaşımdayken odamda dev bir Brando
posteri asılıydı.

Söylentiler hep olsa da tecavüz sahnesinin tam hikâyesini
çoğumuz gibi ben de bundan birkaç yıl önce öğrendim. İki adama
bakışım epey değişti bu bilgiyle. Bertolucci imgemde, yetenek,
deha, karizma vb. hiçbir şeyin örtemeyeceği derin bir yırtık
oluştu. Yine de bugün ölümünü duyduğumda aklımdan önce filmleri
geçti. Bu filmlerin bende bıraktığı izlere hâlâ belli ölçüde bağlı
olduğumu anladım böylelikle.
Sanatçıyı yapıtından ayırıp ayıramama mevzuundan önce, şu var:
Sanatçının yapıtını kendi hayatımızdan ne ölçüde ayırabiliriz?
‘Suç’unu öğrenmeden yıllar önce ve erken yaşlarda yapıtlarıyla
tanışmışsak, bunların izlerini kendi hayatımızdan cart diye
ayırmamız da zor. Bu nedenle ilk tepkim Bertolucci’yi anmak
oldu.
İnsan korku ve arzuları gibi beğenilerini de bilinçdışına
işleyen toplumsal ve kültürel kodlardan öyle bir çırpıda
ayıramıyor. Bir çelişkiler ağı içinde, bunları ve kendini de her
gün sorgulayarak bir dünya görüşü oluşturuyorsun. Benim dünya
görüşümü oluşturan elementler içinde feminizm en baskını, çünkü
insanlık için olumlu bir geleceğin oradan geleceğine inanıyorum.
Ama ‘oldum’ diye arkaya yaslanıp olunmuyor, her gün yeniden
feminist olunuyor. Benim anladığım feminizm öyle bir şey en
azından. İyi bir sevgili ya da dost gibi, hem güven veriyor hem de
diri tutuyor, körleştirip uyutmuyor. Kendimi sık sık suç üstü
yakaladığım, sorguladığım, kestirme yargılar üretemediğim karmaşık
bir süreç bu.
Güç/iktidar odaklı ilişkileri bu kadar sorgularken özellikle
kurmacada, hard-boiled dedektiflerden başlayarak ‘bıçkın’ adamlara
olan sempatimi sık sık didikliyorum mesela. Kızmadan, kendimi
anlamaya çalışıyorum. Kadın veya erkek, başkalarını da. Kendi
içimdeki kadınları ve hatta erkekleri de. Çoğu konuda hayatın gri
alanlarına mahkum olduğumuzu, tüm bu çelişkilerle başa çıkmanın bir
ömürlük ödevimiz olduğunu düşünüyorum.
Bertolucci’nin ardından da benzer bir sorgulama hatta yüzleşme
yaşadım. Son yıllarda yükselen ifşaların ışığında, hayatını
kaybeden her ünlü erkek sanatçının ardından aynı hisse kapılıyor
insan. Yakın zamanlarda açığa çıkmış bir taciz, tecavüz, şiddet
vakasının dev gölgesi eserlerinin üstüne düşüyor. Ya bol ‘ama’lı
anmalar yapılıyor ya da ölen yerine ‘kurban’ını anmak daha adil
geliyor.
Olayın boyutları düşündüğümüzden daha büyük. Kabaca bir özetle,
durum şöyle: Bugünkü hayatımızı şekillendiren pek çok filmin,
romanın, resmin, şarkının arkasında erkekler var. Bu kurucu
‘bakış’ın temsilcilerinin azımsanmayacak oranda tacizci, tecavüzcü,
şiddet faili olduğu büyük çıplaklıkla gözlerimizin önüne seriliyor.
Böylece sadece erkeklerin manzarası değil, biz kadınlarınki de
sarsılıyor. Çünkü hepimiz bir ölçüde de okuduklarımız,
izlediklerimiz, dinlediklerimiz değil miyiz?
Artık rahatça ağlayamadığımız bu ölümlerle aslında içimizdeki
erkek egemenliği de yavaş yavaş ölüyor. Sonucu er geç yeni
biçimlere, yepyeni hikâyelere kapı açacak, dünyayı belki de şimdiye
dek hiç olmadığı kadar berrak ve renkli biçimde görmemize neden
olacak bir tür devrim bu bence. Devrim, bu. Hiç de kolay olmayacak.
Asla iki cümleye sığmayacak. Biz görecek miyiz bilmiyorum, ama sonu
iyi olacak.
Günümüz kadını için zorlu ama büyük aydınlanma imkânı, baba’ları
ve ‘koca’ları yitirmek. (Ya da doğru yere yerleştirmek.) Ancak bu
ikisinin temsil ettiği güvenlik kalkanı ortadan kalktığında
dünyadaki gerçek kırılganlığınız ve gücünüzle yüzleşebiliyorsunuz.
Bir adamın biricik kızı, bir başkasının ‘hayatının anlamı’
olmadığınız zaman gerçek manada kendiniz olmaya çok
yaklaşıyorsunuz. Sonrası tufan, sonrası acılı ve sevinçli bir
keşifler dizisi…
Niyetim, babasızlığı ya da kocasızlığı övmek ya da önermek
değil. O ucun da kendine göre körlükleri ve tehlikeleri var. Sadece
zor da olsa bu tür deneyimlerin gözümüzün önündeki bazı perdeleri
nasıl kaldırdığını vurgulamaya çalışıyorum. Ama iş bu kadarla
bitmiyor. Siyasetten sanata yüzlerce metaforik babamız var. Müslüm
de baba, Yılmaz Güney de, Neruda da, Bertolucci de, Marlon Brando
da… Daha fenası hatta, içine yerleşmeye gönüllü olduğumuz bir
noktadan, baba-sanatçı-sevgililer. Hele ki politik görüşlerimiz de
kesişiyorsa güçleri, dehaları, karizmaları, kapsayıcılıklarıyla
dünyaya ve kendimize dair algımız üstünde azımsanamayacak derecede
etkili figürler bunlar.
Hepsinin ölümüyle bizim de içimizde bir şeyler ölüyor. Hepsinin
ölümüyle biz yeniden doğuyoruz. Kendimizi hayattan söke söke, kendi
imkânlarımızla doğurmamız gerekliliği, hiç olmadığı kadar yüksek
sesle duyuruyor kendini.
‘Bize bakan göz'ü yitiriyoruz, her manada. Böylelikle hem bizi
kimse seyretmediği zaman var olabilmeyi, hem de dünyayı kendi
gözlerimizle görebilmeyi daha iyi öğreniyoruz. Devamı gelecek.