Sosyal dünyanın her fırsatta kinlerini kusmak üzere fırsat kollayan bir kısmı –şükür ki büyük bir kısmı değil- Neslican Tay’ın acı ölümüne de saygı duymadı tabii. Aslında lafı hiç dolandırmaksızın söylersek, Neslican’ın kısacık yaşanmış, güzel ve onurlu hayatını da duruşunu da vazgeçmeyişini de kıskanan maraz bir hâl yine balçık gibi, çamur gibi üzerimize sıçradı. Sosyal medya ve trol olgusu üzerine düşünmeye başlamışsanız, Neslican’ın ölümü üzerine, “çıplaklığından” başlayarak yağdırılan çiğ yorumların ciddiye alınır tarafı olmadığını da çabuk fark edersiniz aslında. Çünkü büyük kısmının yeni bir kutuplaşmayı provoke etmek üzere dolaşıma sokulduğu çok aşikardır. Kutuplaşmayı besleyecek en elverişli konular da dini inançlar veya her gün bir başkasını keşfettikleri milli ve yerli değerlerle ilişkilidir.
En iyi bildikleri iş bu provokasyon. “Bu çıplaklıkla cennete biraz zor gidersin” gibi bir cümleyi sosyal medya sütunlarına iliştirip kenara çekiliverirler. Öyle ya, olsa olsa düşüncesizlik ya da en fazla çiğlikle itham edilebilecek “naif” bir cümledir bu. Ortalık karıştığında kolaylıkla söyleyebilecekleri şey budur. Kısa günün kârı ise seküler kesimin ağır saldırı ve hakaret sağanağının başlaması ve trollerin ait oldukları çevrelere “Bakın bunlar işte böyle bir linç güruhu! Ayağımız bir tökezlese bizi çiğ çiğ yerler” deme fırsatını bulmaları olacaktır. Sen sağ ben selamet... Bu cümlenin sahibi bunu amaçlasın ya da amaçlamasın trol bir hesaptan yaptığı bu yorumun kutuplaşma iklimindeki işlevi budur.
Neslican’ın ardından sosyal medyada paylaşılan güzel fotoğraflara, sözlere ve dileklere laf yetiştirmek için insanın nasıl bir marazdan ya da nasıl bir garezden mustarip olması gerekir, anlamak mümkün değil. Belki de bu oltaya hiç takılmamak lazım gelir...
Fakat bir de -ciddiye alınmaları yine hiç gerekli olmasa da- isimlerinin başına dizdikleri prof, dr, rektör gibi unvanlarla, beyanlarına belirli bir topluluk nezdinde başka türlü bir etki ve ağırlık kazandıran kişiler de var. Birçok başka olayda olduğu gibi “ölüm” karşısında da susmayı, bir mücadelenin anısını ya da o mücadeleye destek verenleri ve o mücadeleden güç alanları incitmekten imtina etmeyi akıllarından bile geçirmezler.
Sırasız ve zamansız ölüm kadar acı bir şey yok. Bu zamansız ölüm karşısında öte dünyaya ilişkin din temelli teselli ve telkin bazılarımızın hiçbir işine yaramıyor olabilir. Çünkü “öte dünyaya” inanmıyoruzdur belki. Ya da inandığımız halde oraya insanlığa karşı suç işlemiş bazı iblisler yüz yaşında gidiyorken, dünya güzeli Neslicanlarımızın gencecik gitmesine isyan etmeye devam ediyoruzdur... İsyan ediyoruz dediysem, isyan edip de ne yapıyoruz? Güneşin eriştiği yerlerden bir kuş gibi uçup gidenin acısının artık dinmesini, huzura ermesini dilerken bir yandan da bu ölümü kabullenemeyişimizi ifade eden üç beş cümle ekliyoruz. Kimi niye rahatsız ediyor bu?
Neslican, hastalığını da ölümünü de bu “bilim insanlarının” ölüme ve öte dünyaya tevekkül içinde ve “Müslümanca” hazırlanma çağrısı yapan samimiyet yoksunu tavırlarının çok ötesindeki bir vakarla ve bilgelikle karşıladı. Sanırım onları en rahatsız eden şey de buydu. Tez vakitte ölüme yazgılı olduğuna karar verdikleri bir kadının buna kolay kolay razı gelmemesi, savaş açması ve bu mücadeleyi umutla yürütmesi. Vakar ve umut onları delirtiyor. Çünkü hiç nasiplenmediler. Çünkü “onlar umudun düşmanıdır.”
Neslican’ın çıplaklığından söz edenler, ellerinden gelse ve kalemleri yetse onun kaybının bir kayıp olmadığını da ilan edecekler. Çıplaklığına vurgu yaparak Allah’ın cennetinde yeri olmadığını ima ettikleri Neslican’ı öte dünyada da yersiz kalacak bir “çıplak hayat” olarak işaretleyecekler...
Neslican’a huzurlu bir uykuyu çok gören ilk saldırı trol bir hesaptan gelmişti ve haliyle infial yarattı. Sonra da “the rectör”lerden biri sazı eline almakta gecikmedi. Öyle ya nerede genç bir insan ve genç bir bedenle ilişkili bir şey varsa orada onlara bir söz hakkı doğuyordu. Büyük kapatılma mekanlarından birine dönüştürmeye çalıştıkları üniversitelerde bu bedenler üzerinde sınırsız bir kontrol yetkisi tahayyül etmelerinden doğan sınırsız ve hadsiz bir söz hakkı...
Üsküdar Üniversitesi Rektörü Nevzat Tarhan, “Neslican kızımız seküler dünyasallaşma rüzgârına kapılmasaydı, dinlerin teselli gücünden faydalansaydı hastalığı düşman gibi görmezdi.” dedi. Her şey bir yana bir kadın (kızımız) dünyeviliği, dünyasallığı ve de kendisine kısmet olmuş dünya güzeli bir hayatı “biricik bir hayat” olarak tasavvur edemez, bütün kalbiyle bu sevgili hayatı kıskançlıkla sahiplenemez ve sürdürmek için ne gerekiyorsa onu yapamazdı. Ancak bu dünyasallığa edilgen bir biçimde “kapılabilirdi”. Mücadelesi sevgili hayat için verilen bir mücadele, savaşı da böyle bir savaş olarak görülemezdi. Neslican’ın ölümü düşman olarak gördüğü varsayımı üzerinden, kendi insan kapasitelerinin sınırlılığını dışa vurmaktan başka bir şey söylemeyen bir din, bir inanç ve inayet tasavvuru fırsat bulmuşken dayatılmalıydı. Dünyasallık gelip geçici bir rüzgar, dünya hayatı da kocaman bir parantezdi...
Yeni Şafak yazarı siyaset bilimci Prof. the dr. Ergün Yıldırım da bu tartışmadan kusur kalmadı. Ardı ardına dizdiği cümleler arasında o da şunu söyledi: “Temel sorun, ölümle kurduğumuz klasik Müslümanlık ilişkisinin tersyüz olması ve bunun yerine seküler bir ilişki tarzının gelmesidir”.
Bu sırasız ölüm karşısında bile bir an durup soluklanmadan tam da yeri gelmişken seküler hayatlara bir saldırı yapılacaktı elbet. Neslican verdiği mücadeleyi o eşsiz güzelliğini de esirgemediği pırıl pırıl ve insanın içini umutla dolduran pozlarla değil de fotoğrafsız ya da “mazbut” fotoğraflarla gündemimize taşımış olsaydı da bu “seküler” hayat odaklı eleştiri ve Müslümanlıktan nasiplenmediği imalarıyla dolu vaazları yine de işitecek miydik? Muhtemelen aynı mücadeleyi tamı tamına aynı cümlelerle sürdürmüş olsaydı da bunları işitmeyecektik. Neslican’ın mücadelesine değil fotoğraflarına bakıyorlar ve o fotoğraflardan Neslican’ın inancını ya da inançsızlığını görebileceklerini sanıyorlar.
“Çıplak hayat” olarak bu dünyadan da öte dünyadan da sürmek istedikleri hayatlarımız onların asıl meselesi, hastalıkla mücadele eden ve genç yaşta göçüp giden bir kadının mini eteği ve askılı bluzu da bunun bahanesi…
Ergün Yıldırım kuran kurslarında cinsel istismar olaylarının ortaya saçıldığı dönemde, eşitlerarası ve rızaya dayalı eşcinsel ilişkilerle bu olguyu karşılaştırmış, LGBTİ+'lara sahip çıkanlardan söz ederek “Türkiye oğlancılara ve lezbiyenlere özgürlüğü tartışırken, cemaatleri-tarikatları mahkûm etme paradoksunu kaldıramaz” buyurmuştu… “İstanbul Sözleşmesi” de elbette yazarın eleştirilerinden nasibini layıkıyla alıyordu.
Adlarını bu konularla ilişkili yazılarla duyduğum öğretim üyeleri ve “profesörler” için “Biz gittik üniversiteler onlara kaldı” diye düşünmemek elde değildi ve hep düşünüyordum. Bu ibişleri bize sayıyla mı verdiler diyordum.
Neslican’la ilgili yazdıklarını okuyunca, “Sen gittin Neslican, onlar kaldı” diyorum... Ne diyeyim?