Nesrin Nas: Müslümanlıktan çok daha güçlü bir Türkçü damar var
Anavatan Partisi eski Genel Başkanı Nesrin Nas, Türkiye’de temel sorunun ekonomik değil siyasi kaynaklı olduğunu savunarak öngörülemezlik savuşturulamadığı sürece sorunların her alanda süreceğini belirtiyor. Nas’a göre Türkiye’de siyasetin sınıf ayrımı temelinde değil kimlik temelinde geliştiği için Merkez siyaseti kurmak kolay görünmüyor.
Türkiye ekonomik ve siyasi açıdan derin bir krizle karşı karşıya. Giderek otoriterleşen ve devletin kurumsallığını yerle yeksan eden iktidar ve ortakları, krizi çözmek bir yana giderek derinleştiriyorlar. Son dönemde ise Cumhur İttifakı el yükseltti, bir taraftan muhaliflere karşı suikast vb. tehditlere karşı kayıtsız kalırken, bir yandan mafyatik yapı ve kişilere de göz kırpıyor. Bütün bu gelişmeleri Nesrin Nas’la konuştuk.
AKP HİÇBİR ZAMAN MERKEZ SAĞ PARTİ OLMADI
Siz yıllardır merkez sağda siyaset yaptınız, normalde geçmişte merkez siyasette yer alan iktidar partisinin radikalleşmesiyle, merkez sağda bir boşluk oluştu. Sizce siyasetin sorunlarından biri oluşan bu boşluk mudur?
Aslında temel yanılgı bu, AKP hiçbir zaman merkez sağ parti olmadı. Ancak onun merkez sağ bir parti gibi görünmesindeki en büyük etki Ali Babacan ve ekibinin izlediği ekonomi politikalarıydı. Onun bu sürece büyük katkısı oldu. Ama AKP hiçbir zaman merkez sağ partisi olmadı aslında.
Ama biz bunu daha sonra anladık galiba…
Aslında çok temel işaretler vardı. Satıraralarında bu görünüyordu. Avrupa Birliği’ne yapışması da büyük ölçüde Cumhuriyet Mitingleri ve askeri vesayet nedeniyle kendisine karşı hissettiği tehdit nedeniyleydi. En başından beri başörtüsü özgürlüğünü ya da dindarların ifade özgürlüğünü demokratik bir özgürlük olduğu için değil, kendi dünya görüşüne uygun olduğu için savundu. Şayet demokratik bir ilkeden hareketle savunsaydı şu an biz kadın meselesinde de farklı yerlerde olurduk.
SİYASET, SINIF AYRIMI ÜZERİNE DEĞİL KİMLİKLER ÜZERİNE OTURDUĞU İÇİN MERKEZ SAĞI KURMAK KOLAY GÖRÜNMÜYOR
Her halükârda merkez sağda bir boşluk var. Bu boşluğu kim doldurabilir ya da yeni kurulan siyasi partilerin doldurması mümkün mü sizce?
Şu anda demokrasi ittifakı arayışlarını, siyasi yelpazenin farklı yerinde duran siyasi partilerin en temel paydada buluşma çabalarını bir anlamda siyasetin merkezde konumlanması olarak okumak mümkün. Her ne kadar Babacan’ın iddiası o merkez sağın yerini doldurmaksa da, aynı yere İYİ Parti de oynuyor da olsa, iki tarafı karşılaştırdığımda Ali Babacan’ın merkez sağdaki boşluğu doldurmaya aday olduğunu söyleyebilirim; çünkü İYİ Parti’nin ciddi bir Kürt fobisi var. Toplumun beşte birini dışlayarak oraya oturarak, “benim Kürtlerle bir sorunum yok, benim terörle sorunum var” türünden kalıpların arkasına sığınarak merkeze gelemezsiniz. Ama merkeze en büyük aday CHP liderliğindeki geniş yelpaze diyebilirim. ABD’yle karşılaştırdığımda Biden’ın siyasi hareketiyle CHP’nin kurmaya çalıştığı demokrasi ittifakı arasında büyük benzerlikler görüyorum. İçinde solun hatta sağın farklı renklerinin de bulunduğu partiler, Biden önderliğinde 100 sayfalık bir uzlaşma metni imzaladılar. Biden’ın kişiliğine baktığınız zaman hiç de karizmatik olmadığını, çok iyi bir hatip olmadığını görüyorsunuz. Ama tüm bu dezavantajlarına rağmen birbirinden farklı hareketleri bir arada tutabiliyor. Ben biraz Kemal Bey’in çabasını da ona benzetiyorum. Yıllardır Türkiye’de ayrışma sınıf temelinde değil kimlik temelinde yaşandığı için siyaset kimliklerin üzerine oturduğu için merkez sağı kurmak çok kolay gibi gelmiyor bana.
MUHALEFET ULUSAL GÜVENLİK İÇİN TEHDİT OLARAK GÖRÜLMEYE BAŞLANDI
Sayın İmamoğlu’na yönelik suikast tehdidi, Kılıçdaroğlu’na linç girişiminde bulunanların yargılanmasında yaklaşık 1 yıllık bir gecikme, dahası sanıkların tutuksuz yargılanması gibi, davanın ciddiyetini zedeleyen tutumlara ilişkin neler söylemek istersiniz?
Yargılanmanın geciktirilmesi, delillerin uzun bir süre toplanmaması, içerde iddianame olmadan insanların uzun süredir hapiste tutulması, aslında bütün bu manzaraya baktığınızda Türkiye’de farklı bir şeyin başladığını görüyoruz. Kılıçdaroğlu’na linç girişimi ayrıca İmamoğlu’na suikast girişimi, bütün bunlar devlet adına çalışanların elini çok serbest hissettiği bir dönem olduğunu gösteriyor.
SON GELİŞMELER KARTEL DEVLET OLGUSUNU PEKİŞTİRDİ
Muhalefete yönelik daha sert önlemleri içeren farklı bir süreç mi başlatılıyor?
Muhalefete yönelik farklı bir süreç değil aslında, muhalefeti yok varsayıyorlar. Muhalefetle ilgili en son gelinen yer, muhalefeti milli güvenlik için bir tehdit olarak görmeye başlamaları. Amaç muhalefet üzerinde vesayet oluşturmak. Albayrak’ın istifasından sonra gelinen süreçte Bahçeli’nin öne çıkması, Çakıcı’nın demeci, Bahçeli’nin ona dava arkadaşı diye sahip çıkılması, aynı zamanda pandemi döneminde eldeki kıt kaynakların ne şekilde kullanıldığı ve kimlere peşkeş çekildiğinde somutlanan ekonomik gelişmelere baktığımızda, Türkiye’de çok ciddi manada kartel devlet oluşumu görülüyor. Tek adam aslında “Kartel Devlet”in arayüzü.
KARTEL DEVLET, KAYNAKLARI KENDİ ÖNCELİKLERİNİ DİKKATE ALARAK DAĞITAN DEVLET DEMEKTİR
Kartel devlet; onun halkla iletişimini sağlayan, kamuoyunda “milli irade” denilen şeyle meşruluğunu oluşturan bir yapı var. Kartel devlet dediğimiz şeyin illa ki kartellerden oluşması gerekmiyor, ama kartel devlet her şeyi belirleyen, her şeye egemen olan, her şeye hükmeden ve kamunun tüm kaynaklarını sonuna kadar emen, kaynakları tek merkezde toplayarak kendi önceliklerini dikkate alarak dağıtan devlet demektir. Bunu BİST’in Katar'a satılması meselesinde de gördük. Buradaki sorun Katarlılara satılması değil. Katar’a da Rusya’ya da Çin’e de satılabilir. Mesele satışın biçiminde, hesap verilebilir ve şeffaf olmamasında. Mesele kamunun kaynaklarını şahsi mallarıymış gibi kullanabilmelerinde. Bu çerçevede bütün eleştiri ve itirazlar, ulusal güvenliğe tehdit gibi algılanıyor ve lanse ediliyor. Yaşadığımız son bir ay karşı karşıya kaldığımız devletin niteliğini net bir şekilde ortaya koydu. Buradan Türkiye’nin kudretsiz, iç çekişme yorgunu, istikametsiz bir ülke olduğu gerçeği çıkıyor ortaya. İstikametsiziz çünkü bir bakıyorsunuz ‘yönümüz Avrupa Birliği, geleceğimizi orada görüyoruz’ deniyor, ama ertesi gün AB için olmazsa olmaz değimiz hukukun üstünlüğü fütursuzca tepeleniyor.
Ekonomiye geçelim isterseniz. Dolar dalgalanması bir türlü yatışmadı, işsizlik had safhada. Ekonomideki bu kötü gidişat sizin az önce ortaya koyduğunuz siyasi tabloyla ilişkili mi?
Elbette, bu yapılanma biçiminin ekonomiyle ilişkisi var. Dış kaynakların ucuz ve bol olduğu dönemde AKP çıkarları birbirinden çok farklı olan kesimleri, çalışan kesimi, çiftçiyi, müteahhitleri, iş adamlarını ve finans kesimlerini bir şekilde bir arada tutabiliyordu. Çünkü o kaynakları bu kesimleri (ama tabii müteahhitler birinci sırada) gözetecek şekilde dağıttığı zaman “efendim AK Parti ile zenginleşiyoruz, refahımız artıyor” diyorlardı. Ama bütün bu kaynaklar borçla alınan kaynaklardı. AKP iktidara geldiğinden bu yana kabaca 1,5 trilyon dolar dış kaynak kullanmış. Şu anda bakıyorsunuz toplam borç 438 milyar dolar, hane halkına bakıyorsunuz 800 milyar TL’yi aşan bir borcu var. Merkez Bankası’nın kasasına bakıyorsunuz tamtakır. Bunun nedeni, kendisine destek veren kesimleri bir arada tutmak için kredi musluklarını sonuna kadar açıyor olması, ama nereden, tabii ki kamudan. Kredi dağıtan bankaların yüzde 70’i kamu bankaları. Şimdi ise dış kaynak bitti. Bütçedeki imkânlar da büyük ölçüde tüketildi, dış yatırımların durduğu ve dış kaynak bulunmasında sorunlar yaşanan bir durumda aşırı döviz borçlusu olan bir ülkede doların fiyatının yükselişini durduramazsınız.
BORÇ YÜKÜ AĞIRLIKLI DÖVİZ OLAN VE DIŞ KAYNAK BULAMAYAN BİR ÜLKEDE DOLARIN YÜKSELİŞİ DURDURULAMAZ
Risk priminiz çok yükselmişse, istikrarsız ve öngörülemez bir ülke olarak görülüyorsanız çok yüksek faiz vererek ve ancak gece fonlarından SWAP yoluyla kaynak bulabilirsiniz. Nitekim son faiz artışından sonra giren para da o şekilde girdi. Bunun dışında kalıcı, sizin üretim altyapınızı dönüştürmenize imkân verecek, teknoloji transferi getirecek herhangi bir kaynağa ulaşmanız mümkün değildir. Bütün bunların sonucu olarak da içerdeki bütün dengeler bozuluyor. Büyümeye başladığınız zaman cari açığınız artıyor, bütün bunlar olurken de yoksulluk hızla derinleşiyor. Nitekim 2 gün önce enflasyon rakamları da açıklandı ve yüzde 14 gibi yüksek bir oran çıktı. Daha önemlisi ise son bir yılda ara malı yüzde 30 artmış, üretici fiyat endeksi imalat sanayiinde yüzde 25 olmuş. Çekirdek enflasyonun da üç aylık ortalaması yüzde 25’i bulmuş. Gıda fiyatlarındaki artış ise yüzde 35’e gelmiş. Bu, ne demektir biliyor musunuz? Katlana katlana, gümbür gümbür bir enflasyon geliyor demektir. Bu rakamlar ortada dururken siz hükümet etme anlayışınızdan birikim modelinize kadar politikalarınızda köklü bir değişiklik yapmazsanız, faiz döngüsüne girersiniz ve kolay kolay da çıkamazsınız. Bir de işin uluslararası boyutu var. Ekonomik sorunların çözümü için dışarıdaki konjonktür de uygun değil. Pandemi nedeniyle dünya GSMH’si 3,5 trilyon dolar azalmış. Bu nedenle kaynaklar geceden sabaha kararların değiştiği öngörülemez ülkelere gitmez. Öte taraftan dünya adalet endeksi var Türkiye 128 ülke arasında 124. sıraya oturmuş. Kısacası durumumuz çok hazin.
MUHALEFETİN SEÇENEK SUNMASI LAZIM
Genelde Türkiye için, iktidarı ayakta tutan şeyin ekonomi olduğu ve ekonomi kötüye gittikçe bu şansın azalacağı söylenir. Her şey bu kadar kötü gittiği halde AKP koalisyon ortağıyla birlikte hâlâ nasıl yüzde 40 oy alabiliyor?
Evet doğru. AKP’nin bir hikâyesi kalmadı. Biz demokrasi ittifakı falan diyoruz ama muhalefet de bir hikâye yazamıyor. Muhalefet şu ana kadar ‘bunlar doğruyu söylemiyor, bunlar yalan söylüyor’ çizgisini sürdürdü. Muhalefet seçenek sunmuyor. Muhalefetin şunu anlaması lazım, AKP iktidarının bu ülkede yarattığı en somut şey belirsizlik, bu iktidarı bağlayan hiçbir hukuk yok. Kriz anında ise herkesin dönüp baktığı tek bir kişi var o da Erdoğan. Basının özgür olmadığı, yargının tarafsızlığını yitirdiği, anayasal hakların bütünüyle askıya alındığı bir süreçte en azından halkın bir kısmına göre tek istikrar simgesi Erdoğan olarak görülüyor.
AKP TÜRKİYE’DE MÜSLÜMANLIKTAN DAHA DERİN BİR TÜRKÇÜLÜK DAMARINI GÖRMESEYDİ MHP İLE İTTİFAK ETMEZDİ
Şu anda öyle görünüyor ki bürokrasi elitleriyle hükümet arasında bir koalisyon var. Peki halk desteğini çekerse bürokratik elitlerin hükümete olan desteği de sona erer mi sizce?
Benim kartel devlet dediğim şey bu aslında. Ben AKP’nin MHP’nin ya da eski derin devlet unsurlarının vesayeti altında diye görmüyorum. Ama bu tam da AKP’nin iktidarını sürdürmek için arzu ettiği bir şeydi. Aralarında tam bir uyuşma var. Ve dikkat edin birbirlerinin alanına çok karışmıyorlar. Devletin bekasını ve ulusal güvenliği ilgilendiren meselelerde MHP ön plana çıkıyor, bir mesele ya da tez ortaya atıyor, AKP de ondan yana tavır alıyor. Bu çok bilinçli bir tercihtir. AKP Türkiye’de Müslümanlıktan çok daha derin bir milliyetçilik damarı olduğunu görmeseydi MHP ile ittifak etmezdi. Ama AKP ona mecbur olduğu için, ona rehin düştüğü için değil, MHP ile işbirliği yapmak işine geldiği için böyle davranıyor. Muhalefetteki herhangi bir siyasi partiyle ortaklık yapmak işine gelmezdi, çünkü onların demokrasi ve özgürlük talepleri bitmek bilmiyor. MHP ile ortaklığın ise hiç böyle bir dezavantajlı yönü yok. Aralarında kırılma yok mu, var tabii. Özellikle ekonomide kaynaklara ulaşma noktasında sıkıntılar yaşandıkça bu çatlaklar başka bir şeye dönüşür. Söylediklerime bir örnek vermek istiyorum: Her fırsatta yerlilik ve millilik vurgusu yapan Bahçeli, Tank Palet fabrikasının ihalesiz olarak ya da BİST’in Katarlılara satılmasına ses çıkardı mı? Bu da gösteriyor ki aslında aralarında çok fena bir simbiyotik ilişki var.
EKONOMİK KRİZİN ÇÖZÜMÜ DE SİYASETTEN GEÇİYOR
Peki şu anki ekonomik krizden çıkmak için ne yapmak gerekiyor?
Çıkış siyasetten geçiyor. Bu siyasi yapı kaldığı sürece ekonomik krizden çıkamazsınız. Aslında tamamen yabancı sermayeye güvence vermek için ortaya atılan hukuk reformu meselesi de tamamen laftan ibaret. Reformu yapacak kişi ya da kuruluşun daha önce altına imza atmış olduğu sözleşmelere uygun davranmış ve sözünü yerine getirmiş olması lazım. Erdoğan için bu söz konusu değil. Mesela Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle bir gecede birçok şey değişebiliyor, acele kamulaştırılabiliyor. Bugün belki tarım arazilerinin bir gecede kamulaştırılması, madenlere ruhsat çıkması işverenlerin işine gelebilir ancak yarın kazandıkları bir gecede elinden de alınabilir.
ÇİN DE OTORİTER YÖNETİM AMA YABANCI YATIRIMCI GELİYOR
Otoriter bir yönetim olduğu sürece yabancı yatırımcı gelmez diyorsunuz.
Tam olarak onu söylemiyorum. Çin var mesela, otoriter ama yabancı sermaye büyük yatırımlar yapıyor oraya. Neden? Otoriter de olsa belirsiz değil, bir kurumsallığı var. Bir gecede kanunlar değişmiyor. Berat Albayrak’ın istifasını düşünün. 25 saat boyunca istifa etti mi etmedi mi kimse kesin olarak bilemedi. İşte bu olay aslında Türkiye’nin durumunu ortaya koyuyor. Çin’deki yönetim bana göre asla tasvip edilebilir bir yönetim değil. Yatırım yaptığınızda kâr mı edeceksiniz zarar mı edeceksiniz bunu hesaplayabilmeniz için, istikrarlı bir yönetimin olması gerekiyor. Sonuç olarak tek akla dayanan sistem nepotizm düğmesine de basınca, ölçümlenemeyen liyakat elde patlıyor. Liyakatin öncelikli şartı kurumsallıktır.
NESRİN NAS KİMDİR?
Siyasete, Yeni Demokrasi Hareketi kurucusu olarak atılan Nesrin Nas 1999 yılında Anavatan Partisi'nden 21. Dönem İstanbul Milletvekili olarak seçildi. 2003 sonundan 2005 yılına kadar Anavatan Partisi Genel Başkanlığı yapan Nesrin Nas, genel başkanlıktan istifa ettikten sonra kısa bir süre Anavatan ve Demokrat Parti birleşmesinde çalışmış, daha sonra aktif siyasi yaşamdan çekilmiştir. İngiltere’de doktora çalışmalarını sürdüren Nas, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'nde Ekonomi doktoru unvanı aldı ve Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi'nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. 1994-1997 yılları arasında Euromoney ve Emerging Markets Türkiye temsilciliğini yapan Nas, 1997-1999 yılları arasında Başbakanlık Sermaye Piyasası Kurulu danışmanlığını yürütmüştür. Yayınlanmış 4 kitabı ve çok sayıda makalesi olan Nas, halen insan hakları temelli sivil toplum inisiyatiflerinin aktif bir katılımcısı olarak çalışmalarını sürdürmektedir. Evli ve bir çocuk annesidir.