Torunlar-Kızılay-Ensar skandalında ipuçları görülen ve iş dünyasını sarmalayan ağın sadece “muhafazakar” olarak adlandırılan sermaye grupları için mi işlediğini mi düşünüyorsunuz? Bu ağın Türkiye’nin üretim yapısını kısa ve orta vadede değiştirmesi mümkün mü?
Politika yapıcıların ağızlarından komşu ülkeyle ya da enerji
bağımlısı olunan başka bir ülkeyle resmen savaş ifadeleri
dökülüyor. Bu arka planda, çeşitli kamuoyu yoklamalarının tarihinin
en düşük destek seviyesine düştüğünü iddia ettikleri AKP’de
bölünmeler gerçekleşirken ve Türkiye tarihinin en sert krizlerinden
birisinin etkileri geride bırakılmamışken politika yapıcılar neye
güveniyor sorusunun cevabının detaylandırılması gerekiyor.
Herkesin malumu olan kısım Türkiye’deki otoriterliğin muhalefeti
bazı alanlarda söz söylemekten alıkoyması. Zaten, sermaye ile göbek
bağı bulunanların alternatif bir model önermeleri zor olduğu için
ekonomik tartışma kısır hal alıyor. Bazı eski AKP’lilerin muhalefet
cenahına katılması sürecinde uluslararası yatırımcıların gözünde
yakalanan pırıltı ile bizzat kendi sorunlarının sorumlularının
muhalefette de yer alması nedeniyle birçok toplum kesiminin
yaşadığı “o da aynı, bu da aynı” hissiyatının yarattığı bezginlik
arasındaki tezat bundan daha güçlü olamazdı.
Elbette, sınıfsal bir gözlükle olaylara bakmaktan aciz
muhalefetin her efelenmede Erdoğan yönetiminin arkasına dizilmek
zorunda hissetmesi de eklenmeli. Daha milliyetçi olduklarını beyan
etmezlerse muhalefet yapmadıkları düşüncesindeki şahsiyetler,
Türkiye’nin sorunlarının ana kaynağı olarak resmettikleri yapının
dış politika konusundaki kararlarını sorgulamaktan kaçınıyor.
Bunlar bilinenler. Fakat, birkaç ek daha yapılabilir.
DENGELENME SENARYOSU
Amerikan Merkez Bankası’nın parasal sıkılaşma dönemleri küresel
Güney’e doğrudan etkide bulundu. Son 30 yılda bu dönemleri 1994,
1999-2000, 2004-06, 2015-18 olarak tarihlemek mümkün. Türkiye’de
siyaset yapıcıların güvendiği bir husus son sıkılaşmanın sona ermiş
görünmesi. 2001 sonrasındaki ve 2008-09 uluslararası finansal krizi
sonrasındakine benzer bir dönemin Türkiye’ye tanıyacağı zaman
sırasındaki dönüşümle, bir sonraki sıkılaşma evresinin, cari açık
sorununu kontrol altına almış bir Türkiye ile karşılanmasının
mümkün olduğunu iddia ediyorlar.
Sürekli açık veren ülkelerde ekonomik kriz dönemlerinde
faaliyetin yavaşlaması sonucunda cari açığın azalması olağandır.
Türkiye’de 2018’de başlayan kriz sırasında bu değişim dengelenme
olarak pazarlandı. Siyaset yapıcıların düşündükleri senaryonun
kısmen önceki krizlerde küresel Güney ülkelerinde yaşananlarla da
ilgili olduğunu biliyoruz. Bu noktada Brezilya ile yapılacak bir
karşılaştırma anlamlı olabilir.
21'inci yüzyılın başında meta fiyatlarındaki hızlı artış
Brezilya’nın cari açık sorununu çözmüş göründü, ancak bu canlılık
sona erdikten sonra Brezilya tekrar kronik cari açık veren bir ülke
haline geldi. 2015-16 krizi sonrasında kontrol edilebilir
seviyelere gelen açığın önümüzdeki dönemde bir sorun yaratması
beklenmiyor. Bunun bir nedeni de dış ticaret dengesinde verilen
fazla. Yine de ülke küresel Güney’in sermaye girişlerine
bağımlılığı bakımından ayrı bir konumda durmuyor.
2015 başından 2016 sonuna kadar devam eden uzun kriz sonrasında
gerçekleşen bu dönüşümün Brezilya’nın sınai yapısı ve ticari
bağlantılarıyla ilgisi var. Resmi büyüme verileri üzerinden ülkenin
krize girdiği ilk çeyrek ve takip eden aylardaki ihracat-ithalat
değişimi, sanıyorum Türkiye’deki siyasi yapıcıların arzusuna dair
bir gösterge veriyor. 2018 ikinci çeyreğinde krizi başlamış olan
Türkiye’nin seyriyle karşılaştırdığımızda (yıllıklandırılmış
ithalat ve ihracat verilerini kriz başlangıcı ve takibinde ele
aldığımızda) Türkiye’de “dengelenme” dedikleri çöküşün
izleğini görebiliyorsunuz.
Not: T ekonomik krizin başladığı
çeyrek. Brezilya için 2015’in ilk çeyreği, Türkiye için 2018’in
ikinci çeyreği. Kaynak: IMF Ödemeler Dengesi Tabloları
(Yıllıklandırılmış veri, milyon ABD Doları)
KISIR DÖNGÜ
Ancak aynı zamanda sınırlılıkları da fark etmek mümkün. Ülke
farklılıklarını hatırlatmakta fayda var: Brezilya’nın ticari
açıklığı Türkiye’ye göre daha az. Bu nedenle
ülke küresel büyüme yavaşlamasından Türkiye’ye nazaran daha farklı
kanallarla etkileniyor, ancak en büyük pazarları olan ABD ve
Çin’deki gelişmeler Türkiye’ye kıyasla çok daha hızla etki
yaratabiliyorlar. Türkiye’de ise ara malı bağımlılığı azaltılmadan
cari açığın sorun olmaktan çıkması mümkün değil. Hizmetler
kesiminde bir değişiklik olmadan hızla ihracatın artması gerekli.
Burada senaryonun işlemesi çokça etkenin bir arada işlemesine
bağlı. Tam da bu amaçla bazı araştırmacıların yanlış bir şekilde
“devlet kapitalizmi” işareti olarak değerlendirdikleri adımlar
atılıyor. Örneğin süper teşvik uygulamalarıyla krizin fırsata
çevrilmesi amaçlanıyor.
Fakat isteğin yerine gelmesi zor, çünkü bir kısır döngü
içindeyiz. Türkiye’de holding, kamu kurumu, vakıf ayaklarına
dayanan rejimin kaynak yaratma ve dağıtım kanalları kendisini zaman
zaman sarsıcı bir şekilde ahtapot örgütlenme modeli ile açığa
vuruyor. Kanallar tıkandığında bütçeden yapılacak aktarımlar ve
riskin toplumsallaştırılması telafi mekanizmaları sunabiliyor.
Türkiye’de bütçenin denetlenememesinin yanı sıra kurumsal
kapasitenin felç olması da ekonomi yönetiminin çeşitli işlemlerinin
sorunsuz devamını sağladığı için bu modelin parçalarına göre
“ekonomi tıkırında”. Ancak tıkırındaki işler, olanın korunmasını,
mevcut birikim modeline pek el uzatılmamasını imliyor. Şöyle ifade
edeyim: Torunlar-Kızılay-Ensar skandalında
ipuçları görülen ve iş dünyasını sarmalayan ağın sadece
“muhafazakar” olarak adlandırılan sermaye grupları için mi
işlediğini mi düşünüyorsunuz? Bu ağın Türkiye’nin üretim yapısını
kısa ve orta vadede değiştirmesi mümkün mü?
HERKES BİRBİRİNİN SIRTINI KAŞIRSA
Biraz daha açıklayalım. O çok konuşulan süper teşvikler örneğin:
2019’da teşvik verilen bir polipropilen tesisini ele alalım.
Bu yatırımda enerji tüketim
harcamalarının yüzde 50’sini devlet karşılıyor. KDV istisnası,
gümrük vergisi muafiyeti ve yüzde 100 vergi indirim oranı tanınan
yatırım için aynı zamanda 10 yıl boyunca sigorta primi desteği
sunuluyor. Bu koşullarda değil bir dev şirket, orta ölçekli bir
müteahhit dahi yatırıma kalkışabilir artık. Söz konusu destekler
herkesin cebinden karşılanıyor. Peki, sabit yatırım tutarının
hatırı sayılır bir kısmına erişecek destek miktarının kendisi bazı
soruları gündeme getirmez mi? Böyle bir destekten faydalanacak
sermayeden “vatan ve millet” adına ne gibi karşılıklar beklenecek?
Bu karşılıkları veren sermayenin yatırımları ve faaliyeti nasıl
denetlenecek?
Hatırlayanlar olacaktır, başka bir polipropilen hikayesi daha
vardı: 2018’de açıklanan süper teşvik
alan projelerden birisinin, Türkiye’nin cari açığını ileride
1,4 milyar dolar azaltacağı
vurgulanan 5,2 milyar dolarlık yatırımın 2020 yılında faaliyete
geçeceği duyurulmuştu. O tesisin akıbetini duyan var mı? Çevre
felaketi yaratacak yatırımlara, bol bol kazıklanmaya dengelenme
demek uygun mudur?
Soruların devamını getirmek mümkün. Kısacası, uluslararası
finansal koşulların bir sonraki değişim evresine kadar, niyet
edilen, beklenen, güvenilen dönüşümle kısmet olacak arasında
çarpıcı farklılıklar beklemek uygun. Türkiye’deki rejimin işleyişi
ve rant mekanizmaları böyle bir fark vaat ediyor. Bir yandan da
herkesi, kredi öncülüğünde büyümeye geri çağırıyor. Mevcut siyasal
rejim, aynı zamanda geniş bir ortaklar ve sessizler grubu yarattığı
için durumun siyasallaştırılması ise ayrı bir maharet
gereksiniyor.