Toros Güneş Esgün ve Gülben Salman tarafından derlenen "Tanıdık ve Yeni ‘Nietszche’de Aşırılık, Yaşam, Kendilik’", Pinhan Yayıncılık tarafından yayımlandı. Çalışma, “aşırılık”, “kendilik” ve “yaşam” temasını odağa alarak, birbiriyle diyalog hâlinde ilerleyen yazılarla, çağımızda Nietzsche düşüncesinden “yeni”ye dair neler söyleyebiliriz sorusunun peşine düşüyor.
Agamben, 'Çağdaş Nedir'(1) adlı metninde, Nietzsche’nin 'Zamana Aykırı Bakışlar' kitabını değerlendirirken, filozofun bu metninde zamanıyla hesaplaşmayı, içinde bulunduğu zamana dair bir konum almayı denediğini belirterek, şu cümleleri alıntılıyordu: “‘Bu düşünce kendi içinde zamansızdır,’ der ikinci meditasyonun başında; ‘çünkü bu çağın oldukça emin olarak gurur duyduğu şeyi, başka ifadeyle tarihsel kültürünü bir hata, bir hastalık ve bir yetersizlik olarak anlama çabasındadır; çünkü şuna inanıyorum ki, hepimiz tarihin ateşinde harcanıp gittik ve hiç değilse bunun farkında olmalıyız.” Burada düşünürün kendisini ne zamanının içine ne de dışına konumladığını fark ederiz, zamanıyla uyumlu değildir ama sorun olarak gördüğü şey, zamanıyla ilgilidir ve çağının tarihsel kültürü içinde “hastalık”, “yetersizlik”, “hata” olarak gördüğü kısma yüzünü döner, eleştirisini oradan kurar. Nietzsche düşüncesi, yukarıdaki cümlelerinde de ifade ettiği gibi; “kendi içinde zamansızdır.” Bu nedenle farklı zamanlarda da onun fikirleri gündeme gelmiş, pek çok düşünürü etkilemiş, şimdiye dair sözümüzün de bir şekilde içinde olmuştur. Sadece “değerleri yeniden yorumlama” çabası bile, dünyanın hakikati düşünüldüğünde, her dönemde “güncel” kalabilecek bir fikirdir.
Dünyanın krizlerle baş etmeye çalıştığı zamanımızda, Nietzsche düşüncesi bize ne söyler peki? Bir geçmişi olsa da birçoğumuz için “yeni” olan pandemi koşullarında yaşarken, düşünürün her dönem kendini “yeni” tutabilmiş hatta popüler kültüre, sosyal medya paylaşımlarına sızmış, kendini devamlı hatırlatmış fikirleri, çağımızı başka açılardan tahayyül etmeyi sağlayabilir mi? Nietzsche’nin “amor fati”, “ebedi dönüş”, “güç istenci”, “egemen birey”, “nihilizm” gibi aşina olduğumuz kavramlarını şimdide nasıl işe koşabiliriz? Nietzsche düşüncesini toplumsal cinsiyet bağlamında yorumlayabilir miyiz? Bu ve bunun gibi pek soruya cevap arayan bir metinden bahsetmek istiyorum, Pinhan Yayıncılık tarafından basılan, 'Tanıdık ve Yeni "Nietszche’de Aşırılık, Yaşam, Kendilik’". Çalışma, Toros Güneş Esgün ve Gülben Salman tarafından derlendi. Başlıkta da ifade edildiği gibi “aşırılık”, “kendilik” ve “yaşam” temasını odağa alarak, birbiriyle diyalog hâlinde ilerleyen yazılarla, çağımızda Nietzsche düşüncesinden “yeni”ye dair neler söyleyebiliriz sorusunun peşine düşüyor kitap.
Yaşamımızın her anlamda değişip dönüştüğü bir dönemde, kriz kelimesi neredeyse bedenlerimize yapışıp kalmışken, düşünürün fikirlerini tartışmak, yaşam üzerine düşünmek, belki de onun “aşırılığı”nı devreye sokmak, bize başka imkânların yolunu açabilir. Nihilizmin, umutsuzluğun, yozlaşmışlığın batağından kurtulma çabasında, onun düşüncesinden hareketle, “yaşamı olumlama”nın anlamlarını keşfedebiliriz, geçmişi sebepler ve sonuçlar kümesi olmaktan çıkarıp etkilerini de işe dâhil ederek, ondan kopmadan ama onu saplantılı bir unutmama çabasına dönüştürmeden yaşamı nasıl tahayyül edebiliriz sorusunu da açabiliriz. Çoğu zaman yaşadığımız çağın içinden konuşmak eleştirilse de belki “ev yanarken” sözü söyleme ve sürdürme çabası değerli olabilir. Nietzsche’nin çağının “hata”, “hastalık” ve “yetersiz” gördüğü yerlerini sorun olarak belirlemesinin böyle bir anlamı olabileceğini de hatırlayarak.
AŞIRILIK
Metin, Werner Stegmaier’in, “Dünyaya Yeni Nasıl Gelir? Nietzsche’nin Aşırılık Büyüsü” adlı yazısıyla başlıyor. Yazıda Nietzsche’nin ortaya koyduğu problemler ve onlara getirdiği “aşırı çözümler” ele alınıyor. “Dünyaya yeni nasıl gelir?” sorusunu sorarak, dünyaya her dönemde farklı “yenilerin” geldiğini hatırlatıyor Stegmaier. Filozofun düşüncesinin ise daha çok kendi çağındaki problemleri çözmeye odaklandığının altını çiziyor ki filozoflardan aslında yeni şeyler dünyaya getirmekten çok daha hakiki ve açık olanı ortaya koymalarının beklendiğini anımsatıyor. Nietzsche, Sokrates’in “aşırılığın büyüsü” konusundaki cazibesini gözlemleyebilmişti, buradan yola çıkarak, “aşırılığı” bir şekilde felsefesini ulaştırmanın yolu olarak işlevsel kılmıştı belki de. Stegmaier’e göre, felsefenin uğraştığı meseleler, kavramları en uç noktalara vardırmayı, sınırları aşmayı, saf hiçbir şeyin bulunmadığı dünyada -saf akıl gibi- saf fenomenler bulmayı bekler. Bunları bir ifadeye dönüştürmenin, akla yatkın hâle getirmenin bir yolu olarak “aşırılığın büyüsü” işlevsel olabilir. Yazarın ifadesiyle: “Aşırılıklar tutunabileceğimiz bariz nirengi noktaları ve keskin kontrastlar yaratır. Ürkütücüdürler, ama aynı zamanda insanın kendine ait, daha ölçülü bir yargıya varabilmesini de teşvik ederler. Buysa aynı zamanda aşırılaştırmanın kendisini gözlemlemek ve değerlendirmek anlamına gelir.” Aşırılık, kişinin kendisiyle yüzleşmesini sağlar, düşüncedeki aşırılık onu ortaya koyanın ben’ini gözlemlemesine katkıda bulunur. Kendindeki yargıyı ölçülü hâle getirirken, onun sınırlarını genişletmek, ürkütücü olanı gösterirken, muhatabının kendi yargısına ulaşmasını sağlamak bakımından işlevsel olabilir. Sanırım Nietzsche’de aşırılığın böyle bir işlevi de vardı ki, Stegmaier bunu şöyle ifade ediyor, ona göre; “Ortaya koyduğu aşırı problemler ve çözüm önerileriyle, okurlarının kendi yargılarına varmasını sağlayacak esnek bir alan yaratmak” filozofun hedefi buydu.
NİETZSCHE VE DİONYSOS
Kitabın bana kalırsa dikkat çeken yazılarından biri Nazire Kalaycı’nın “Nietzsche’nin Dionysosları: ‘Dionysosçu Olan Nedir’” Sorusunun Yanıtlanamayışı Üzerine” adlı yazısı. Kalaycı, Dionysos’u Nietzsche düşüncesinin önemli figürlerinden biri olarak değerlendirirken, ona eşlik eden sembolizmin farklı şekillerde tahayyül edilebileceğini hatırlatıyor. Nietzsche, 'Tragedyanın Doğuşu'ndan itibaren bu tanrıya büyük önem veriyor ve onu farklı ilişkisellikler içinden ele almanın yolunu açıyor, elbette bu tanrıya ilgisinin önemli sebeplerinden biri tragedyanın tanrısı olması. Ancak Deleuze’ün okuması bağlamında, Dionysos figüründe Nietzsche’nin, “istencin olumlayıcı biçimini görmüş” olmasının da filozof açısından önemli olabileceğini fark ediyoruz bu yazıda. Kalaycı, bununla birlikte, erkek karakterlerle bezeli Nietzsche felsefesinde, (Dionysos, İsa, Zerdüşt…) hiç kadın karakterlere yer yok muydu sorusunun peşine düşüyor. Yazar, Dionysos’un Ariadne ile ilişkisi üzerinden konuyu toplumsal cinsiyet temelli tartışarak, Dionysos’u çeşitli biçimlerde ele alan filozofun, Ariadne’yi “tamamlayıcı” olarak belirlediğine dikkat çekiyor. Dionysos ve Ariadne ilişkisini düşünürün şiirleri ve otobiyografi yazarlığını işe koşarak tartışıyor. Burada çok ayrıntılı bahsedemesek de Kalaycı’nın yazısının, Ariadne ve Dionysos’un evliliğinin erkekler arasındaki felsefe yapma biçimini aşındırdığını ve bunun farkı olumlayan ilişkinin arketipi olduğu yorumuna ulaştığını söyleyebiliriz. Dionysos aynı zamanda Nietzsche’nin “aşırılığı” ile de ilişkili bir figür; neşeli, dansçı, yabancı olduğu için “öteki”, sınır tanımaz, yaşamı ve oluşu olumlayan bir tanrı, bu açılardan da filozofun felsefesinde farklı şekillerde beliriyor. Belki de bu nedenle “Dionysosçu olan nedir” sorusunun ucu açık kalıyor.
TARİHİN YÜKÜ
Zeynep Talay Turner’ın yazısı, Nietzsche’nin tarih fikrinden yola çıkarak, düşünürün tarih yorumu ile kendilik görüşü arasında bir ilişki olabilir mi sorusunu sorduruyor. Ayrıca, “nasıl yaşamalıyız” sorusu bağlamında, söz verme, unutma ve hatırlama bağını tartışırken, tarihi sadece sebep sonuç ilişkileri içerisinde yorumlamanın sorunlu yanından bahsediyor çünkü tarih sebepler ve sonuçları toplamı olmanın ötesinde, tek tek bireylerin yaşamını etkileyen bir yan içeriyor. Nietzsche’nin tarih görüşü bizi geçmişin yükünden kurtarıyor, insanın özgürleşebilmesi için unutma ve hatırlama arasında bir denge bulmasında işlevsel olabiliyor. Turner, filozofun “plastik güç” kavramının bu açıdan önemli olduğunu düşünüyor, bu kavram: “Kendi içinden kendine özgü bir biçimde gelişen güç, geçmiş ve yabancı olanın biçimini değiştiren, ona yeniden biçim vererek [kendi içine alan], yaraları iyileştiren, yitirileni yerine koyan, kırılan biçimlere kendi içinden yeni bir biçim veren güç” olarak tanımlanıyor. Bu, değişen dönüşen yani sabit olmayan bir kendiliğe işaret ediyor, bu da kişinin unutma ve hatırlamasını bir dengeye oturtarak, “yaralarını iyileştirebiliyor” böylece, geçmiş bir süzgeçten geçirilerek, onun bireye yük olan yanından özgürleşiyoruz.
“Tanıdık ve Yeni ‘Nietszche’de Aşırılık, Yaşam, Kendilik’”, adlı kitapta yer alan yazılar, burada tamamını açamasam da bize filozofun düşüncesinin yaşadığımız çağda nasıl işlevsel olabileceğini hatırlatması bakımından önemli fikrimce. Yazıda bahsettiklerimiz dışında kitap, filozofun düşüncesinde tartışmalı olan “egemen birey” olumlu mu yoksa tam tersi mi? “Kendilik”, “Yaşam” ve “Zaman” arasında nasıl bir ilişki var? Anlatısallık ve kurmacasallık Nietzsche ile birlikte düşünülebilir mi? Metaforların filozofun düşüncesinde nasıl bir işlevi var? “Yaşamı evetlemek” neden felsefi bir problem gibi farklı sorularla Nietzsche düşüncesini tartışıyor. Nietzsche çağını aşan bir filozof, şimdi olduğu gibi gelecekte de güncel olması muhtemel. Yaşanan çağ üzerine söz söyleme çabasında, kendi çağından seslenmiş olsa da her felsefi sözün, geçmişten bugüne akan bilgisi, düşünme imkânı sunmaya devam ediyor. Nietzsche’nin yaşamı dönüştüren ve olumlayan “aşırı” düşüncesi ve bu kitaptaki yazılar da bu bakımdan bir düşünme yolu ortaya koyuyor.