Nilgün Öneş: Hepimiz aynı köyde yaşıyoruz ve eşitiz
Senaryo yazarı, grafik tasarımcısı Nilgün Öneş’in romanı “Ağlamak Yok!” Doğan Kitap tarafından yayımlandı. “Hepimiz hastalanıyoruz, ölüyoruz, bundan muaf olan bir sosyal sınıf yok. İstiflediğiniz paralarınız, güvenlikli siteleriniz, sınır kapılarınız burada bir işe yaramıyor. Eğer bu kabusun içinden sağ salim çıkarsak her şeyi yeniden düşünmemiz gerekecek” diyen Öneş ile kitabını, korona virüsü nedeniyle evlere kapandığımız bu günlerde yaşadığımız süreci konuştuk.
DUVAR - Nilgün Öneş, belleğimize kazanmış onlarca dizinin senaristi; Hatırla Sevgili, Bu Kalp Seni Unutur mu? İkinci Bahar, Hayat Bağları, Asi gibi… Bizi o güzel dönem dizilerinin sıcaklığıyla buluşturmuş, bir hakikat yolculuğuna çıkartmıştı. Ağlamak Yok! kitabında da o hakikatin izini sürüyor. Bir kız çocuğunun gözünden okurlara naif bir hikâye anlatıyor.
Belli kültürle yetişmiş, kayıp ve acılarıyla yüzleşmek yerine adına “sen güçlüsün” denilerek “Ağlamak Yok”u öğrenmiş bir çocukluk geçirmişseniz Nilgün Öneş’in Doğan Kitap’tan çıkan Ağlamak Yok! kitabını almanızı öneririm.
Evde kaldığımız bu günlerde Ağlamak Yok!‘u Nilgün Öneş’le konuştuk. Kitabın hikâyesinden bugün yaşadığımız sancılı süreci değerlendirdik.
Elif’in hikâyesi çok sahiciydi. Ben de kendi çocukluğuma gidip sorgulamalar yaptım. Neydi sizi Elif’in hikâyesine götüren hakikat?
Hepimiz er veya geç sevdiklerimizi kaybediyoruz. Bu ne kadar geç olursa acılarımızla baş edebilme gücümüz de o kadar artıyor. Gidenler bizlerde büyük boşluklar, özlemler hatta pişmanlıklar bırakarak ortadan yok oluyorlar. Ayrılığın en ağır, en kesin ve keskin biçimi diyebiliriz.
Eğer küçük bir çocuksanız beklenmedik kayıpların sizde derin yaralar açması kaçınılmaz. Hele o kayıp bir anne veya babaysa... Sadece sevdiğiniz birini değil aynı zamanda çok ihtiyacınız olan birini de sonsuza dek kaybediyorsunuz. O yaşlarda bir çocuk için anne veya baba hayatla bağlantı demek. Bu bağınız bıçak gibi kesiliveriyor.
Kitap, yaşadığı büyük kaybı kabul etmeyen, annesinin alıp başını gittiğine inanmayı tercih ederek kendini korumaya alan ve böylece acısıyla yüzleşmeyi reddeden bir çocuğun hikâyesini anlatıyor. Ben sadece o çocuğu anlamaya çalıştım. İnancının peşinden inatla giderek fazla geç olmadan gerçeği kabul etmesinin koşullarını hazırladım ve buna hizmet edecek karakterleri oluşturdum.
Neydi beni bu hikâyeyi yazmaya götüren hakikat? Onun hakikati kabul etme yolculuğu diyebilirim.
Okurken “acaba Nilgün Öneş’ten ne kadar iz taşıyor?” diye geçti içimden.
Mutlaka benden izler taşıyor. Ben de büyük iki kayıp yaşadım ve 8,5 yaşında bir çocuğun neler düşünebileceği, ne kadar imkansız hayaller kurabileceği konusunda bir fikrim var.
Çocukların dünyası çok acayip, hele de kız çocuklarının… Elif annesini kaybediyor ama yüzleşmiyor. Siz kaybettiklerinizle yüzleştiniz mi?
Zamana yayılarak evet diyebilirim. Ama bu ne kadar erken olursa o kadar iyi. Tabi kimi kaybettiğiniz ve nasıl biri olduğunuz, etrafınızda kimlerin olduğu da travmayı atlatmanız konusunda çok etkili. Bazılarımız yas tutmayı becerip acıyla baş etmeyi daha hızlı öğrenebiliyor. Bazılarımız içe kapanıyor, bu durumda da yüzleşme anı gecikebiliyor.
Ben annemi kaybettiğimde Elif gibi düşünmüştüm. Öldüğüne inanmazsam onu hayatta tutabileceğimi zannediyordum. Zaten kitabın çıkış noktası da tam o güçlü inanç duygusuydu. Elif benim tersime, bu duygunun peşine düşerse neler olur?
'İÇİNDE YAŞADIĞIMIZ ÇAĞ VASATIN YÜKSELİŞİ'
Elif kuşkusuz temsili bir hikâye, ama sizden bir parça... Elif bize çok şeyi öğretiyor. İyiliği, hakkını aramayı, dinlemeyi, sorgulamayı. Bir çocuğun gözünden insan olmayı… Ne dersiniz?
Bir çocuğun gözünden büyüme yolculuğu diyebiliriz. Hepimiz Elif gibi, nasıl daha iyi bir insan olacağımızı sağa sola çarparak öğreniyoruz. Hatalar yapıyoruz, yere düşüp kalkıyoruz, hayatı ve yakınlarımızı gözlemliyoruz. Onlardan aldıklarımızı kendi terazimizde tartmaya, bazılarını içselleştirip, bazılarını silip atmaya başlıyoruz. Aslında ileride nasıl biri olacağımıza dair ipuçları bütün bunların arkasında duruyor. Birikim dediğimiz şey o yaşlarda başlıyor. Bu nedenle çocuklarımızı büyütürken önemli olan onun karnını doyurup giydirmekten çok ruh sağlığı ve biriktirdiklerinin ne olduğunun farkına varmak.
Elif’in etrafındaki yetişkinler nedeniyle bu anlamda şanslı olduğunu söylemem lazım. Kitaplarla dolu bir ev, sosyalist ve sıra dışı bir amca, çatlak bir arkadaş. Önceleri olumsuz gibi görünse de daha sonra dönüşüm geçirip abla olmayı beceren bir kuzen. Her zaman söz hakkı olan bir çocuk Elif. Kendi yargıları ve yasaklara aldırmadan verebildiği kararları var. Ölçüleri ve hatta değer yargıları var. Yani insan olma yolculuğuna iyi bir noktadan başlıyor.
Elif İnci Pastanesi’nin hayalini kuruyor. Hafızalarımızı, özellikle de mekan hafızasını kaybettiğimiz bir yerde bugünden bakılınca siz neler hissediyorsunuz?
Pek çok İstanbullu gibi yerlerinden sökülüp atılan sevdiğimiz mekanlarla ilgili derin bir üzüntü hissediyorum. Toplumsal tarihimizin merkezinde duran bu sembollerin yavaş yavaş anılarımızdan da silindiğini düşünmek ağır bir duygu. O mekanların kıymetini bilmeyen, daha fazla kazanç için yeni ve kimliksiz alanlara dönüştüren yönetimler ya ne yaptıklarının farkında değiller ya da umursamıyorlar. Ama maalesef bunun geri dönüşü yok. Dünya metropollerinde artık ikonlaşmış, kale gibi sağlam bir şekilde yerlerinde duran örnekleri görüp bizdeki durumu düşününce çok üzülüyorum. Şehirler aslında böyle değer kazanıyor.
Bath’a giderseniz, onca zamandır tek bir taşı değişmemiş bir şehir görebilir, hala eski haliyle duran Jane Austen’ın müze evini ziyaret edebilir, Brugge sokaklarında dolaşırken kendinizi Orta Çağ’da hissedebilirsiniz. Floransa’da Dante’nin evinin önünde onun bastığı taşlara basabilirsiniz. Bir alt yapı çalışması sırasında taşlar numaralandırılarak yerlerinden çıkarılmış ve tekrar aynı titizlikle yerlerine konmuş. Madrit’te yazarların isimleriyle anılan cafeler hala varlıklarını sürdürüyorlar.
İnci Pastanesi’nin taşınacağını duyduğumda içimden büyük bir isyan duygusu yükselmişti. Yeni yerine hiç gidemedim. Eski mekanın benim gibi bir çok insanın anılarında yaşadığını düşünüyorum. Bu durumda en azından üzerlerine yazıp çizerek onları hafızalarımızda tutmak ve yeni nesillere aktarmaktan başka çaremiz yok.
Kaldı ki dönem dizilerine imza atan isimsiniz. Sizin kaleminizden çok güzel diziler izledik. Eskiye özlem mi sizinki?
Evet, dönem dizileri yazmayı seviyorum. Aslında yaptığım onca iş arasından onların sıyrılması sevenin sadece ben olmadığımı gösteriyor. İstanbul bir seneki haline bile benzemiyor artık. Zaman zaman çok genç insanların bile bizim için yakın tarih gibi görünen kendi çocukluklarına duydukları özleme tanık oluyorum. Dünya ve Türkiye büyük bir değişim içinde ve bunun pek çok konuda ama en çok da insani değerler açısından iyi bir değişim olmadığını hepimiz biliyoruz. İçinde yaşadığımız çağ her anlamda vasatın yükselişi oldu. Bu da bakışlarımızı ister istemez özlemle eskiye çeviriyor. Yoksa elbette ilerlemeye kimse karşı çıkamaz. Ama hangi yönde olduğu çok önemli.
Hep bir naiflik seziyorum sizde. Bu romanın her satırında da bunu hissettim. İç dünyanızı merak ediyorum. Ağlamak Yok derken… Mottunuz bu muydu? Ağlamaktan kaçtınız mı Elif gibi? Peki ya şimdi?
“Ağlamak Yok!” cümlesini hepimiz yüzlerce defa duymuşuzdur. Alt metninde, dik dur, güçlü ol, kendini bırakma, sulu göz olma deniyor bize aslında. Oysa ağlamamız gereken anlar var ve mutlaka ağlamalıyız. Çünkü ağlamak çoğu zaman içimizi ferahlatır, yükümüzü hafifletir. Acılarla yüzleşmemizi sağlar. En önemlisi duygularımızı karşımızdakilere göstermemizin en belirgin göstergesidir. Ne durumda olduğumuzu, sorunlarımızla baş edemediğimizi ve yardım istediğimizi belli eder. Çoğu zaman bir imdat çığlığıdır.
Öte yandan her durumda gözyaşı döken, çok kolaylıkla vara yoğa ağlayabilen bir toplumuz. O zaman da gözyaşlarının bir değeri kalmıyor. Hatta çoğu zaman bu gözyaşları gerçek mi diye kuşkuya bile düştüğümüz anlar oluyor. Ağlayan biri karşısında yelkenleri suya indiririz, sevgi ve şefkat duygularımız yükselir, karşımızdakini sarıp sarmalamak isteriz. Gözyaşları insanları yumuşatır. Bu da kullanılmaya açık bir duygu alanı yaratır. Sahte gözyaşları bu alanı farkına vararak veya farkında olmadan kullanır.
Evet, bu tür ağlama hallerini sevmiyorum. Ama elbette ben de ağlıyorum.
Sol bir gelenekten de geliyorsunuz elbette. Hep güçlü olmak zorunda kalan çocuklar olduk gibi; en azından kendimi hep öyle konumlamıştım. Siz “Ağlamak Yok” derken kendimce ben de “sen güçlü birisin” sözünü duydum… Aynı şeydi, bizler için ağlamak yoktu… Neler kattı o dönem size, artısı eksisiyle?
Biz ve bizden önceki kuşak Türkiye ve Dünya’nın en zorlu, en isyankar, en şaşırtıcı, en sıra dışı ve bu nedenlerle de en parlak dönemlerini yaşadı. İdealizm, bugünküne benzemeyen arkadaşlık ve aşk ilişkileri, adalet ve paylaşım duygusu ve şu anda aklıma gelmeyen pek çok şey hayatımızı belirliyordu. Yaşadıklarımızın ve hayallerimizin ne kadar sıra dışı olduğunun farkında değildik. 12 Eylül sonrası yayılmaya başlayan şiddet, ‘bir insan diğerine bunları nasıl yapabilir’ dedirten kötülük çok büyük ve onarılması zor yaralar açtı. Ama mücadele geçmişte yaşananlardan ders alarak pek çok alanda devam etti ve ediyor. Cinsiyet eşitsizliği, çevre sorunları, savaş karşıtlığı, azınlıklar, çeşitli alternatif hareketler ve elbette feminizm hareketiyle kendini ifade ediyor.
Feminizmin hayatımdaki etkisi çok büyük. Yazarlar Kooperatif Yazko’nun çıkardığı Somut Gazetesi’nin feministlere ayırdığı “4. Sayfa”, içinde yer alan veya almayan bütün kadınların hayatını kökten değiştirdi. Ben de oraya bir çizgi bant hazırlıyordum. Yani toplamda bütün bu sürecin bana, hayatıma hatta kızıma çok fazla şey kattığını söyleyebilirim.
Bir röportajınızda "Yavuz Turgul’dan öğrendiğim en önemli şey sahicilik" demişsiniz. Nedir bu sahicilik?
Kendi duygularının, kendi özelliklerinin farkına varmak ve kimseyi taklit etmeden onları hayatına, ilişkilerine ve yarattığın işlere yansıtabilmek. Aslında çok da kolay değil. Çünkü hepimiz çevremizden, okuduklarımızdan, izlediklerimizden, dinlediklerimizden etkileniyoruz ve bize ait olmayan, üzerimizde yama gibi duran bazı görüşler, bazı özellikler ediniyoruz ve onlar sahici olmuyorlar. Böylece yapılan her şey hatta insanlar bile birbirine benzemeye başlıyor. Dönemsel olarak değişen kelimeler, cümleler, tanımlar ortaya çıkıyor. Çok kısa bir süre içinde de anlamsızlaşıyor.
Tabi bir de ‘imaj’ diye bir sorunumuz var. İnsanların olmadıkları bir şeye kendilerini dönüştürme çabaları tam da sahicilik dediğimiz kavramın karşıtı. Hiç inandırıcı olmadıklarının farkında değiller. Çünkü bazı durumlarda o imajın cilası çıkıveriyor ve karşınızda gördüğünüz kişi sizi şaşkına çevirebiliyor. Sahicilik olumlu ve olumsuz özelliklerimizin farkında olmak, ‘bilmiyorum’ diyebilmek, her konuda fikrimizin olamayacağını kabul etmektir biraz da. Ve elbette kendimizi geliştirmeye devam ederek... Bu bitmeyen bir çaba.
'VİRÜSÜN PASAPORTA İHTİYACI YOK'
Daha genel soruyla devam etmek isterim. Olağanüstü koşullardan geçiyoruz. Pek çok olaya, hayata, acılara tanıklık ettiniz kuşkusuz; hem toplumsal hem de bireysel. Bugünleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Kitaptaki hikaye o kadar naif ve gerçekçi ki. Biz şuan da o naifliği yaşayamıyoruz. Neden, neyi kaybettik?
11 Mart’ta Türkiye’de ilk korona virüsü vakasının duyurulmasıyla hayatımız tamamen değişti. Hala sorumsuzca dışarıda dolaşanlar olsa da birçoğumuz evlerimize kapandık. Yaşadıklarımız bize sınırların manasızlığını fark ettiriyor. Virüsün pasaporta ihtiyacı yok, sınır tanımıyor ve sanki bize ders veriyor. Doğayı nasıl katlettiğimizi, acizliğimizi, savaşları bile ikinci plana düşürebileceğini gösteriyor. Mültecileri sınır kapılarında oradan oraya itip kakarken aslında ne yaptığımızı anlamamızı istiyor. Hepimiz aynı köyde yaşıyoruz ve eşitiz. Hepimiz hastalanıyoruz, ölüyoruz, bundan muaf olan bir sosyal sınıf yok. İstiflediğiniz paralarınız, güvenlikli siteleriniz, sınır kapılarınız burada bir işe yaramıyor. Eğer bu kabusun içinden sağ salim çıkarsak her şeyi yeniden düşünmemiz gerekecek. Tabi aklımız varsa.
Şimdi dayanışma, yardımlaşma, birbirimize güç verme, birbirimizi dinleme, telefonda da olsa içtenlikle vakit geçirme zamanı. Hayatımızdaki önem sıraları hızla değişiyor. Elimizden düşürmediğimiz, gözlerimizi ayıramadığımız telefonlarımız aslında şimdi sevdiklerimizin seslerini hatta görüntülerine bize taşıdığı için bir anlam kazandı. İşte kaybettiğimiz şeyler de bunlardı. Çok ağır bir tecrübeyle farkına varıyoruz ve yeniden hayatlarımıza yerleşeceğini umuyorum.
Dışarı çıkamıyoruz, hepimiz evimizde verimli zaman geçirmeye çalışıyoruz. Sizin zamanınız nasıl geçiyor?
Aslında ben evde çalıştığım için çok büyük bir değişiklik yaşamadım. Ama bir süre göremeyeceğim Berlin’de yaşayan kızımı, açık havada uzun yürüyüşleri, sinemaya gitmeyi, arkadaş ve aile buluşmalarını çok özlüyorum. Bunların yerini, yazmaya devam etmek, ev içi yürüyüşleri, diziler, filmler ve kitaplarla doldurmaya çalışıyorum. Ve elbette uzun telefon görüşmeleri ve günlük ev işleri. Bir de kardeşimin öncülüğüyle emojilerle oluşturulan film isimleriyle ‘sessiz film’ oynuyoruz. Piyasada dolaşanla değil, kendimiz yaratmaya çalışıyoruz.
Okurlara önereceğiniz kitap var mı? Ya da ne önerirsiniz?
Ursula K. Le Guin kitapları bize her zaman doğaya ve insana saygılı güzel dünyalar sunar. Ya da bu konulara dikkat çeker. Belki kitaplarında bundan sonra daha iyi bir gelecek inşa etmek için ip uçları keşfedebiliriz. Margaret Atwood’un gizemli, karanlık ve düşündürücü tüm kitaplarını tavsiye edebilirim. Psikolojik gerilim sevenler için Patricia Highsmith’in kitapları zamanı unutturabilir. Bir de aklıma bu zor günlerimizi nasıl yaşayacağımıza dair teklif sunabileceği için Julia Voznesenskaya’nın Kadınlar Dekameronu geliyor. Leningrad’da karantina altındaki bir hastanenin doğum kliniğinde yatan on kadın Boccaccio’dan ilham alarak birbirlerine hikaye anlatmaya karar verirler. Karantina günlerini hikayeleriyle renklendirirler.
Son olarak eklemek istedikleriniz?
Kurallara titizlikle uymamız ve kendimizi olduğu kadar başkalarını da düşünüp onlar için önlemler almamız gereken çok zorlu günler yaşıyoruz. Bir gün sonra başımıza ne gelecek bilmiyoruz. Birbirimize moral verip iletişim içinde olmamız, yaşadıklarımızdan dersler çıkarmamız gerekiyor. Dün dolabımı toplarken ne zamandır giymediğim ve belli ki bir süre daha giymeyeceğim askıdaki giysilere baktım ve ne kadar manasız olduklarını fark ettim. Yıllar içinde birikip çoğalan evdeki diğer eşyalar gibi... Aslında hayatı ne kadar da zor bir hale getirmişiz. Fazlalıklardan kurtulup basitleşme ve insanların etraftan çekilmesiyle nihayet nefes alıp canlanmaya başlayan doğayla saygı içinde ilişki kurmanın zamanıdır. Bu sürecin sonunda çok farklı bir dünyayla karşılaşacağımızı düşünüyorum.
Ama şimdi evimizde kalıyoruz. En başta sağlık çalışanlarına, bizler evlerimizdeyken hayatımızı kolaylaştıran görevlilere, tanıdığım, tanımadığım herkese sevgi ve selamlarımla...