Nilüfer Altunkaya: Şiir evcilleştirilemez!
Nilüfer Altunkaya'nın yeni kitabı 'Sen Buralarda Yokken', Alakarga Yayınevi'nden çıktı. Altunkaya, "İnsan var olduğu sürece öykülerin devamı gelecektir" dedi.
Meltem Dağcı mltm__dgci@hotmail.com
DUVAR - Hem şiirleri hem de öyküleriyle tanıdığımız Nilüfer Altunkaya’nın son öykü kitabı 2017 Şubat ayında Alakarga Yayınevi tarafından yayımlandı. Kitap kapağını araladığımız ilk sayfalarda "Bizler düşlerle aynı kumaştanız." William Shakespeare’ın sözü karşılıyor bizleri.
Öykünün kız kardeşi olarak tabir edilen şiir, yazı dünyanızı da kapsıyor. Öykü ve şiir arasındaki kopmayan bağınızla aranız nasıl peki bu ara?
Sanırım edebiyatla kurduğum bağ ilk olarak şiir ve öykü tadında geliştiği için böyle de devam etti. Evet öykü ve şiir birbirine yakın türler olarak görülür genelde ve edebi türler arasında birlikte kategorize edilir. Artık türler arası geçişler adına keskin konuşmamamız gerekiyor ama elbette her edebi türün kendi iç dinamiği ve yüzyıllara dayalı bir geleneği var. Bunları yadsımak da pek mümkün değil.
Şair olmanın bir yaşam tarzı da gerektirdiğini bu yüzden de şiiri bir hobi gibi evcilleştirmenin pek mümkün olmadığını düşünüyorum. Bu yüzden şiire bakış açım daha keskin sanırım. Bu konuda Ingeborg Bachmann’dan yola çıkarak şunu söyleyebilirim ki eğer şiir yazmadan yaşamımı sürdürmeyi becerebiliyorsam şiir yazmamayı tercih ediyorum. Yazmazsam deli olacaktım durumu çok sınır bir durum gibi gözükse de şiir böyle bir tutku ve vazgeçilmezlik barındırmalı bana göre. Bu yüzden şiir yazmak bana çok bedel ödetiyor. Şimdilik ve çalkantılı girdaplarıyla ruhumun derinliklerinde şiirleşmeyi bekleyen duygu düşünce ve izlenimlerimi kendi sözcüklerini ve ritmini bulması adına zamana bıraktım. Ama uzun zamandır bitmiş ve yayınlanmak için gözden geçirilmeyi bekleyen bir dosyam var hali hazırda. Öyküyle ilgili olarak sanki daha verimli daha düzenli bir çaba içindeyim bu aralar.
Şiir zor da öykü kolay gibi bir yaklaşımın sonucu değil tabi bu düzenlilik. Öykü de zor ve hırçın bir çocuk gibidir çoğu zaman. Ama artık onun dilinden anlayarak yaşamıma kattığım için daha düzenli sürdürebiliyorum sanki öykü yazmayı. Kısaca bu aralar öyküyle olan bağım daha organik diyebilirim.
"Sonra her kıvrımı sarımsı bir hüzün yayan, bir türlü sıra gelip de yenisi alınamayan eski tülü çekip çıkardı. Zaman insanın yalnızlığıdır. Tarifsiz bir kederle içimize dolan akşamüstü. Işığın değişen renklerle insanın aklını başından alışı. Rüzgâr." Eşyaların üzerine sinmiş bir hüzün var oluyor. Turgut Uyar’ın da dediği gibi "Üzerime sinmişliğin var" ın hikâyesini okuyoruz sanki. Öykülerinizdeki karakterler bazen dolup sokağa taşıyor sanki değil mi?
Bir öykü yazarı daha ne ister ki? Gerçekten kahramanlarım sokağa taşınmışlarsa çok mutlu olurum. Bu soru beni çok heyecanlandırdı, teşekkür ederim. Dere Sokağı sakinleri olarak görüyorum ben Sen Buralarda Yokken’de yer alan öykü kahramanlarını. Sokakla olduğu gibi, eşyayla olan bağlarını da zamanın bıraktığı izleri sorgular gibi kurgulamaya çalıştım. Bir de benim onlarla olan bağım çok dinamik ve içseldi. Öyküler oldukça uzun bir zamana yayılan bir süreçte bir araya geldi. Bu yüzden de öykü kahramanları biraz meydan okuyan, kendi gerçeklikleri olan kahramanlara dönüştüler belki de. Çoğullaşmaları buna bağlanabilir eğer okura da böyle yansıdıysa… Onların eşyayla kurdukları bu bağ sokağa taşma ritüellerinin bir devamı olsa gerek.
“Senden önceki bütün izleri taşıyorsun. İlk düşlerimden yaratmadım seni, ilk gerçeklerimden de. Süzüle süzüle tortulaşarak, varlığın kıvamını kendin buldun. Zamanla oluştun, zamansızlıkla oluştun. İçimde biriken suskunluklarımı, anlamsız vazgeçişlerimi biriktirdim, güvensizliklerimin saçma sapan cesaretlere dönüştüğü anlarda koşup geldim sana.” Mesafe adlı öykünüzdeki karakter aynı zamanda Salih ile konuşmaya çalışıyor. İç dünyasındaki seslenişlerinde Salih’in aşkının etkisi de oluyor. Aşkın bir kısır döngüsü sayabilir miyiz bu durumu?
Bu öykü sadece aşkın değil belki sistem içi her şeyin bir kısır döngüsü olarak da yorumlanabilir. Bu yorumu benim yapmam pek doğru değil aslında. Ama bu soruyu yanıtsız bırakmak da istemem. Yazarın yarattığı kahramanına duyduğu aşk bir kısır döngüyü doğal olarak barındır elbette. Şizofrenik ve paranoyakça bir sınır durumdur ama bir o kadar da normaldir. Kurgu içi kurguyu ve bilimkurgu motifleriyle zamansal sıçrayışları barındıran bir öykü olmasını istedim bu monologlarla ilerleyen öykünün. Bütün öyküler oluştuktan ve bir araya gelerek son şeklini aldıktan sonra eksikliğini hissettiğim böyle bir öykü olmalıydı bu kitapta. Çünkü her mahalle içinde var olmaya çalıştığımız kozmosun bir parçasıdır. Soruya dönersek belki de aşk metnin bütününde kısır döngü gibi düşünülebilir çünkü okuyanların göreceği gibi aşkın bir nesnesi yok.
Kitaptaki öykülerde bazen bir çıkmaz sokağa bazen de ara sokaklara saparak Dere Sokağı’nda dolaşıp duruyoruz. Kent, mahalle ve sokaklardaki insan hikâyelerini tercih etmeniz bilinçli bir şey midir?
Elbette yola çıkarken hadi bir mahalle öyküsü yazayım diye düşünmüyorum. Ama insan nerelerden beslenirse bu izlenimler bir şekilde yazdıklarına yansıyor. Bizim kültürümüzde yaşamımıza sokak ve mahalleler hakimdir ve bizim çocukluğumuzda yaşamımızın çok büyük bir kısmı sokak ve mahalleyle iç içe geçerdi. Modern hayatın bizden çekip aldığı ve sistemsel olarak bizi soktuğu yeni kalıp bana çok dar, çok sığ ve bize ait değilmiş gibi geliyor. Alışveriş merkezinde mutsuz oluyorum ama şehrin kuytusunda kalmış bir gecekondu mahallesi görünce “ne güzel bir direnmektir bu” diyorum.
Elbette yoksulluğu yüceltmek derdinde değilim sadece paranın satın alamayacağı saf insan yanımıza ait, bizi biz yapan şeylerin peşinde olmak derdindeyim. Kent bizi bunaltır ama bir komşumuzun kapısını çalıp ayaküstü sohbet etmek harika bir duygudur. Betonlaşmış büyük kentlerin öğüttüğü hayatlarımıza, mahalle ve sokaklarımızda ‘biz’ kalarak sahip çıkmalıyız gibi geliyor bana. Bu düşünce beni böyle yaşantıların izini sürmeye yönlendiriyor.
“Eski telaşlarımdan sonsuz bir sabır biçtim./ yürüdüm toprağın avuçlarına/ zamana yenildim, günlerin ayazında bekledim./ beklemek insanın yalnızlığıdır.” Öykülerinize kattığınız şiirsellik sizin öykü tarzınızı oluşturuyor diyebilir miyiz?
Eğer şiirsel bir anlatım diliniz varsa bundan pek sıyrılamıyorsunuz. Bir öykü tarzı mıdır bilmiyorum ama başka türlü bir dil kuramıyorum. Bir şekilde imgesellik ağır basıyor. Yazmaya şiirle başlamanın getirdiği bir durum olabilir. Epigram olarak da kullanıyorum bazen. Metnin bütününü tamamladığını hissettiğim için şiirsel motifleri seviyorum. Bilemiyorum nedenini ama böyle gidiyor şimdilik…
Siz öykü ve şiir yazmanın yanı sıra tanıtım ve eleştiri yazıları da yazıyorsunuz. Öykü atölyesi ve eleştirel okuma çalışmaları yaptığınızı da göz önüne alırsak bize iyi bir öykünün özelliklerini anlatır mısınız?
Bu çalışmalar benim eleştirel okuma algımı oldukça geliştirdi diyebilirim. İyi bir öykünün nitelikleri maddeler halinde sıralanırsa bunların hiç birini kapsamayan ama iyi diyebileceğimiz bir öyküyle karşılaşma riskimiz her zaman var. Böyle risklere açık yüreklilikle her zaman hazırım öncelikle bunu belirteyim. Öykü dediğimiz türün tüm deneysel çalışmalara direnen beli başlı özellikleri var elbette. Bunları göz önünde bulundurmak durumundayız. Benim kıstaslarıma gelince anlatıda bütünlüğü önemsiyorum, bir de metnin okurda bıraktığı etkiyi göz ardı edemiyorum.
Dil, öykü için büyük önem taşıyor ve üslup denen şeyin alt yapısını kuruyor. Yani dil hataları teknik bir takım sıkıntılar yaratıyorsa o metin ne anlatırsa anlatsın olmuyor. Bütünlük dediğim dışsal olarak dil ve kurgu gibi yapısal unsurların metnin iç olanaklarıyla örtüşmesi aslında. Olay örgüsü, çarpıcı ve şaşırtıcı sonlar incelikle emek verilmiş bir dille birleşince öykü okurda iz bırakır hale geliyor. Bence iyi öykünün böyle tam olarak ölçülemese de sezgiyle bulunabilen kriterleri var. Bu yüzden de dönüp dolaşıp ustaların öykülerini yeniden okumak ve iyi örneklerden beslenmek gerekiyor.
“ …zanaatçı olmak insanı hayata bağlar. Tüm dertlerini, tasalarını unutursun taşı işlerken, kendi söyleyeceğini susar, taşa dokursun ahını, taş seni anlar, ruhunun motiflerini işlersin taşa, taş seni duyar ama insan insana nankördür, sağır, dilsizdir. Taş vefalıdır, taş seni arkandan vurmaz, insan kibirlidir, taş sana canını sunar, insan canına kasteder.” Taş ve insan arasındaki bağın sancılarını okuyarak kitabın kapağını kapatıyoruz. İnsanı hayata bağlayan yeni öykülerin devamı gelecek midir yine?
İnsan var olduğu sürece öykülerin devamı elbette gelecektir. Kimler yazar, kimler okur kim bilir? Ama öykü hep dönüşecek ve var olacaktır.
Son olarak, bu yaz okuduğunuz kitapları öğrenebilir miyiz?
Yazın sıkı bir tempoyla okumaya çalışıyorum. Roman, öykü, felsefe ve psikoloji türünde okumayı sürdürüyorum. Bu yaz Jung’un tamamlamak istediğim kitaplarını; Anılar, Düşler, Düşünceler, Psikoloji ve Din, İnsan ve Sembolleri adlı kitaplarını okudum. Zweig’dan Sabırsız Yürek, Gömülü Şamdan, Kendi Hayatını Yazan Üç Yazar, Yakıcı Sır… Saramago’yu tamamlamaya çalışıyorum. Engin Türkgeldi’nin Orada Bir Yerde adlı ilk öykü kitabını, Pelin Buzluk’un En Eski Yüz, Gamze Güller’in ikisi bir arada yayımlanan Beşinci Köşe ve İçimdeki Kalabalık adlı kitaplarını severek okudum. Unutmadan hemen ekleyeyim, Melike Uzun’un yeni romanı Soğuk ve Temiz beni çok etkiledi. Dönüp dolaşıp Marquez okuyorum bu yaz da…