Adam ağır adımlarla kürsüye çıktı. Gözleri yarı kapalıydı ve zor hareket ediyordu. Yaşadığını anlamak öyle bakınca biraz zor görünüyordu. Kısık bir sesle konuşmaya başladı. Sonra sesi yavaş yavaş yükseldi. Birkaç dakika sonra gırtlağını çatlatarak bağıran, sağa sola posta koyan, öfkeli, atarlı bir hatibe dönüştü.
Adeta bir ölünün yavaş yavaş dirilmesi gibiydi. Sonundaki korkutucu tutumuna bakılırsa ‘hortlama’ da denilebilirdi buna.
***
Kim olduğunun önemi yok. Öyle isim isim aramaya, sevmediğimiz birilerini etiketlemeye de gerek yok. Dünya çapında bir marka bu “hortlayan politikacı”.
Kürsüye çıkmadan önce yorgun, halsiz, sakin bir insanken, kürsüde yavaş yavaş metabolizma hızı yükselen, sinir katsayısı üst seviyelere çıkan, sevmediklerine tahammülsüz, alaycı, suçlayıcı bir varlık.
***
Ülkeleri, dünyayı onlar yönetiyorlar. Kuralları da onlar koyuyorlar.
Peki niye bu kadar öfkeliler, niye herkese atar yapıyorlar, niye bu kadar bağırıyorlar?
Evet bağırıyorlar; sadece sesleri ile değil, duruşları ile, yüz ifadeleri ile, el hareketleri ile, vurguları, tonlamaları ile bağırıyorlar.
Haftalarca, aylarca, seçim dönemlerinde günlerce hatta günde birkaç kez yapıyorlar bunu. Seslerinin son ayarı ile, vücut dillerinin tüm kapasitesi ile üstümüze geliyorlar.
Yüz ifadelerine ve ses tonlarına bakınca bir korku saldıklarını düşünüyor olabilirler. Ama daha çok alay konusu oluyorlar sanki. Seçim meydanında, parlamento kürsüsünde ya da kendi siyasi partilerinin toplantılarında hep kendi kitlelerine hitap ediyorlar ama ötekiler hakkında konuşuyorlar. Ötekilere olan kızgınlığını, öfkesini, hıncını üstelik de öyle yüksek perdeden, kürsülere falan vurarak kendi kitlesine anlatınca bir bağlam sorunu oluyor. Ötekilerle yüzyüze gelseler yapamayacakları atarları kendi kitleleri önünde yapıyorlar.
Ne miting alanında ne parlamentoda ne de siyasi parti guruplarında kimse onları dinlemiyor. Kendi kitleleri de. Dinliyor görünüp alkışlamaları gereken yerde alkışlıyorlar.
Bütün o şovlar ekranlar için.
Peki o ekranları yönetenler ne yapıyorlar? O konuşmadan üç bilemediniz beş cümleyi seçip gerisini dinlemiyorlar bile. Seçici bir kulakla dinliyorlar konuşmaları ve zaten konuşanlar da hangi cümlelerin seçileceğini bilerek konuşuyorlar. Metinler ona göre yazılıyor, atarlar ona göre ayarlanıyor.
Yani…
Yani konuşmanın kalanı çöpe gidiyor. O çöp de kendi kitleleri, siyasi partileri, seçmenleri üzerine boca ediliyor. Saatlerce onları dinleyenlerin üzerine yani.
Üstelik bu sadece siyasi partilerde değil sendikalarda, meslek örgütlerinde, derneklerde de böyle. Kürsünün ve birkaç yöneticinin, protokolün olduğu her yerde, biri çıkıp kürsüde bağırarak ve uzun uzun konuşuyor, aynı şeyleri tekrar ediyor, hiçbir şey önermiyor, kayda değer hiçbir şey söylemiyor ve kimse de onu doğru dürüst dinlemiyor.
Kimbilir belki de bu yüzden o kadar bağırıyorlar. Hepimizden daha güçlü, daha muktedir olduklarına, her şeyi hepimizden daha iyi bildiklerine inandırmak istiyorlar belki de. Nasıl da taşı gediğine oturttuklarına, nasıl laf çaktıklarına, ötekini söylemleriyle nasıl da ezdiklerine hayran kalalım istiyorlar.
Daha da kötüsü, siyaset yapmanın, muhalefet etmenin, güçlü yöneticiliğin bu olduğunu düşünmemizi istiyorlar. Birisi çıksın senin adına sorunları dile getirsin, sen de alkışla. Sonra bekle ki sorunun çözülsün.
Öte yandan o koltukları kazanmak için kurulan ortaklıklar, geliştirilen çıkar ilişkileri, kazılan kuyular, saplanan bıçaklar, verilen ödünler, gizli anlaşmalar, dönen paralar… Siyaset onlar için de böyle işliyor, kapalı kapılar ardında çevrilen dolaplar.
En çok da güç. Ağzına bakan binlerce insan olması, bir imzayla milyonların kaderini değiştirebilmek, karar vericilerin de üstünde bir karar verici olmak, alkışlarla kürsülere gelmek, ayakta karşılanmak… Öyle bir güç ki onları takım elbiseler dışında düşünemiyoruz. Kanepeye uzanıp elinde kumanda ile televizyon seyrederken de takım elbiseliymiş gibi geliyorlar. Hiç pijama giymezler, hiç üstlerine yemek dökmezler, horlamazlar, dans etmezler, kaşınmazlar… Takım elbiseli, korumalı, sekreterli, danışmanlı güçlüler.
***
Ama işte bağırıyorlar. Tüm bu ‘mış gibi’ ilişkilerin içinde bas bas bağırıyorlar, yırtınıyorlar. Seslerini duyurmaya çalışırken seslerini kaybediyorlar.
Attıkları zarların hileli olduğunu bildiğimizi biliyorlar, boş konuştukları için onları dinlemediğimizin farkındalar, onlara inanmadığımızı, onlardan bir şey beklemeyeceğimizi de biliyorlar. Zamanı gelince ne yapıp edip yeniden kazanabileceklerine güveniyorlar.
Başka türlü bir siyaset bilmedikleri için bağırıyorlar. İçtenlik nedir bilmiyorlar, bir sorunu gerçekten dert etmek nedir, sorun çözmek nedir bilmiyorlar. Empati, merhamet, üretim, diyalog, yaratıcılık, dürüstlük sözlüklerinde yok.
Bütün bunları bilenlerin seslerini bastırmak için bağırıyorlar. Yeniyi, yaratıcıyı, farklıyı, iyiyi, samimiyi ezmek, susturmak, yok saymak için bağırıyorlar.
Ama işte başaramıyorlar. Sistemleri yama tutmuyor. Bir yerden bastırmaya çalışırlarken başka bir yerden patlıyor. Adına güç dedikleri o kabuk kuruyup içine doğru çöküyor. Herkes onların sesini duyuyor ama kimse onları dinlemiyor. Kimse onları sevmiyor. Yeni, samimi, yaratıcı bir çift laf koltuklarını sallamaya yetiyor.
Ülkeleri yönetiyorlar, kuralları koyuyorlar ama bağırıyorlar.
Biz de elimizde kumanda pijamalarımızla kanepede uzanmışken onlara denk gelirsek ya kanalı değiştiriyoruz ya da televizyonun sesini kısıyoruz.