'Niyet okumak' önemlidir

Politik aktörler, politik gelişmelere tepki verenler ve olup biteni yorumlamaya çalışan herkes, bu konularla ilgilerini ve ilişkilerini belirleyen duygusal dolayımlar ve “niyetleriyle” sıkı sıkıya bağlı. Bu nedenle, farklı zamanlarda gösterilen ve birbirine tamamen zıt duran tepkilerin, bu pencereden bakıldığında şaşırtıcı bir süreklilik arz ettiği fark edilebiliyor. Bir zamanlar konuşmasının sonunu beklemeden gidecek kadar Erdoğan’ı kızdıran birinin, şimdi avuçlarını kızartacak kadar çılgınca alkışlayabilmesi gibi.

Kemal Can kcan@gazeteduvar.com.tr

Tuhaf zamanlarda yaşıyoruz, ilginç günlerden geçiyoruz. Karmaşık duyguların, keskin dalgalanmaların, ataletin ve telaşın yan yana olduğu, birbirine karıştığı durumlar yaşanıyor. Bazen karşı konulmaz bir sürüklenme, bazen akıl almaz bir inat öne çıkıyor. En sevinçli olunan anda ortaya çıkan şüpheyle, en endişeli gelişmeden beliren umutla her şeyin değiştiği görülüyor, düşünülüyor. İnsandan bahsediliyorsa -hemen her alanda olduğu gibi- siyasette de basit süreçlerin işlediği, kolay anlaşılır dinamikler söz konusu olduğu ileri sürülemez. Siyasi davranış alanı elbette pek çok ölçülebilir değişkenle ilişkili ama en az onlar kadar etkili bir sürü başka meseleyi ve karmaşık duygusal dalgalanmaları da içinde barındırıyor. Bu yüzden aynı gelişme, aynı anda ve aynı şiddette hem endişeyi, hem umudu tetikleyebiliyor.

Son yıllarda, siyasi (toplum, ekonomi, dış politika, kültür meseleleri de dahil olmak üzere) gelişmeler konusunda iyimserlik-kötümserlik kavramları hiç olmadığı kadar gündeme geldi. Herkesi endişe-umut ikilemine sıkıştıran garip bir rasyonalite bütün tartışma zeminlerini ele geçirdi. Her türlü yorum, analiz, değerlendirme, ister objektiflik ve bilimsellik iddiasında olsun; ister sert pozisyonunu veya tarafgirliğini saklamasın, bu duygusal salınımın çekiminden kaçınamıyor. Çok uzun bir süredir, “ne olacak?” sorusunun herkesin hayatındaki aciliyeti yüzünden, olası cevaplara soğukkanlı yaklaşmak neredeyse imkansız. Bu sorulara cevap arayanların niyetlerinden bağımsız olarak, her akıl yürütme, yükselen bir beklenti veya olgunlaşmış bir duygu birikiminden kırılarak yansıyor.

Daha önce birkaç kere yazmıştım. Özellikle ekonomi, dış politika meselelerinde ve siyasette sertleşme-yumuşama tartışmalarında, durumu anlamaya çalışanlar ne kadar dışında kalmaya çalışarak aktarsalar da -hiç kolay olmadığı ve çoğunlukla başarısız kalındığı da ortada- dinleyen ve ilgilenen herkes, yaşanan gelişmeleri içinde bulunduğu duygu durumuyla algılıyor. 22 Mayıs tarihli “Muhalefet, mideye değil akla konuşursa” başlıklı Gazete Duvar yazısında değindiğim, Dissensus Araştırma’nın “AKP seçmeninin ekonomik kriz algısı” araştırması, aynı siyasi kimliğe mensup seçmenlerin bile çeşitli duygu gruplarında aynı gelişmeye nasıl farklı tepkiler verebildiğini ortaya koyuyordu. Ancak bu duygu durumu meselesi, sadece izleyici veya “alıcı” konumundakilerle sınırlı değil elbette.

Olup bitene ilişkin veri toplayan, bunları yorumlayan, sonuç çıkarmaya çalışanlar da kaçınılmaz olarak belirli duygu alanlarının etkisi ve baskısı altında. Bu yüzden de, mutlak bir tarafsızlık veya objektiflikten söz edilemiyor, aslında çok da gerekmiyor. Zaten, bir şeyin neden öyle olduğunu merak etmenin ve olayın nereye varacağına ilişkin düşünmeye başlamanın, bunu kışkırtan güdünün bir duygusal başlangıç noktası var, olmak zorunda. Merak, çıplak ve basit bir rasyonellikten çok, kuvvetli bir duygusal çıkıştan, yani bir dertten besleniyor aslında. “Gerçek aşkı”, “bilimin rehberliği”, “aydınlanmanın ışığı” gibi sözler, aşırı rasyonalistlerin başvurmak zorunda kaldığı irrasyonel soyutlamalar. Düşünme modelleri ve giderek bilimsel ekollere dönüşen çözümleme yöntemleri, fikri takip ve bilimsel tutarlılık kadar, bir duygusal süreklilikle hayatiyet kazanıyor.

Mesela, ekonomik kriz denilen meseleye, hangi verileri dikkate alarak, hangi ilişkilere odaklanarak ve hangi modelleri kullanarak baktığınız elbette çok önemli ama neyi dert ederek bakmaya başladığınız ve neyin çözülmesi için bakmayı sürdürdüğünüz daha da önemli. İşte bu hiç bitmeyen iyimserlik-kötümserlik ikilemi de biraz da bu farklardan çıkıyor. Örneğin, piyasa reaksiyonlarına, rakamsal dalgalanmalara, sistemin kötücüllüğü veya rasyonelliği açısından bakmak mümkün. Birbirine tam zıt iki duygusal çıkış noktası, tamamen farklı imalarla piyasanın “ahlak dışı/dışında olduğu” noktasında buluşabilir ama çıkan sonuçları yorumlamaya başladıklarında yine hızla birbirlerinden uzaklaşıyor. Sistemin kendini devam ettirebilme yeteneğine ve sistemi çökerten dinamiklere hangi duygusal dolayımla baktığınıza göre, “olumlu gelişme” tablosu bambaşka hale geliyor.

Benzer bir durumu dış politika meselelerinde de görmek mümkün. Neye “olumlu gelişme”, neye “sorunlu gidiş” denileceği, ortaya çıkan durumun objektif tahlili ile sınırlı olmayan bir “duygusal” dolayımı da ilgilendirir. Bazen seçeneklerin azaldığı bir sıkışmayı “olumlu değişimi” tetikleyecek bir gelişme olarak gören de, sıkışmanın aşılması imkanlarını “normalleşme” olarak algılayan da kendi izleğinde haklı hale gelebilir. Üstelik, bu algılama biçimleri politik pozisyonların farklı taraflarında taraftar da bulabilir. Çıkış noktası, varılacak hedef ve bu süreç için öngörülen vade, aynı objektif veriler için bile birbirinden çok farklı sonuçlar üretebilir. İşte bu yüzden, bir zamanlar negatif bir gönderme ile çok sık kullanılan “niyet okuma” politik aktörler kadar, bütün yorumcular hatta “bilimsel çalışmalar” için de önemli bir ayırt edici. Biri bir şey anlatıyorsa, bunu neden yaptığıyla ilgili soru önemli ve aydınlatıcı.

Önceki gün Erdoğan tarafından açıklanan “yargı reformuna” verilen tepkiler -özellikle Barolar Birliği Başkanı Feyzioğlu’nunki- ve hiçbir göstergesi olmamasına rağmen dedikodusu hiç bitmeyen “normalleşme” iddiaları, bu konudaki tipik bir örnek. İfade, basın özgürlüğü, yargının bağımsızlığı ve etkinliği konularında zaten büyük işler yaptıklarını anlatan Erdoğan’ı avukatlara yeşil pasaport vereceğini açıkladığında kendini kaybederek alkışlayan Barolar Birliği Başkanı, herhangi bir somut iyileşmenin işaretini vermeyen paketi, “AB’nin ilerisine gidecek reform” olarak tanımladı. Oysa, Ali Topuz’un “Etek ile etik, makyaj ile reform bir de rüşvet” yazısında söylediği gibi, “Kazayla oluşmuş adaletsizliklerle karşı karşıya değiliz, kasti adaletsizlikle karşı karşıyayız”. Bu paketin açıklandığı gün, kamu sağlığıyla ilgili bir raporu yayınlamış olması nedeniyle hukuk dışı bir yargılamaya konu olan Bülent Şık’ın beraat talebi reddedildi. Halfeti ve Ankara’daki işkenceler barolar tarafından rapor haline getirildi. Mevzuat darlığından değil, kendi kurallarına bile uymayan bir hukuksuzlukla karşı karşıyayız.

Politik aktörler, politik gelişmelere tepki verenler ve olup biteni yorumlamaya çalışan herkes, bu konularla ilgilerini ve ilişkilerini belirleyen duygusal dolayımlar ve “niyetleriyle” sıkı sıkıya bağlı. Hatta nesnel ve rasyonel gerekçelerden daha sıkı bağlı. Bu nedenle, farklı zamanlarda gösterilen ve birbirine tamamen zıt duran tepkilerin, bu pencereden bakıldığında şaşırtıcı bir süreklilik arz ettiği fark edilebiliyor. Bir zamanlar konuşmasının sonunu beklemeden gidecek kadar Erdoğan’ı kızdıran birinin, şimdi avuçlarını kızartacak kadar çılgınca alkışlayabilmesi gibi. Veya pek çok politik aktörün, hayli kısa bir zaman aralığında baş döndürücü manevralar yapabilmiş olması gibi. Aynı şekilde, durumun göründüğü gibi olmadığını ısrarla söylemeye devam edenlerin, iflah olmaz kötümser etiketi pahasına yolun sonuna gelindiği iddiasında inat edenlerin, lüzumsuz iyimserlik pazarlayan olma suçlamasına rağmen bazı dinamiklerin değiştiğini savunanların durumu da böyle.

Tüm yazılarını göster