Boğaziçi Üniversitesi’ne dışarıdan atanan rektörün ilk icraatı, güvenlik kameraları ve kayıt cihazlarının bakım ve onarımı için ihale açmak olmuş. Bu karar elbette rutin bir uygulamanın sonucu da olabilir. Benim derdim özellikle söz konusu rektörü eleştirmek değil. Bu ve buna benzer kararların arkasındaki zihniyet dünyasını çözümlemek istiyorum.
Bir üniversite rektörlüğünün bütçesinde “güvenlik” niye bu kadar öncelikli bir yatırım alanı olur? Bir üniversitenin kampüsünü kameralarla donatmak niye bu kadar tercih edilen bir uygulamadır? Bu aslında Türkiye’de hayatın gereğinden çok daha fazla bir “polisiye” olarak algılandığına delalet edebilir! Belki de “polisiye” roman ve sinemanın göreli olarak daha az yaygın olmasının bir sebebi de budur! Hayat zaten “polisiye”, bir de kurgusunu takip etmeye ne gerek var!
Türkiye’deki üniversitelerin pek çoğunun kampüs şeklinde bir mimarileri vardır. Yani genellikle içinde bulundukları illerin kent merkezlerinin biraz dışında, neredeyse bir feodal kale gibi inşa edilmişlerdir. Dışarıdan bakıldığında bir fabrika, bir askeri kışla, bir hapishane, bir tımarhane gibidirler. Bu benzetmenin nedeni dışarıdan istediğiniz gibi içeri giremiyor oluşunuzdan kaynaklanır. Üniversite kampüslerinin devasa nizamiye kapıları olur. Tıpkı askeri kışlalar gibi. Kapıda sayıları oldukça fazla güvenlik görevlileri bulunur. Öğretim görevlisi, memur ya da öğrenci değilseniz içeri girebilmek için bir sebebiniz olması ve kimlik bırakmanız gerekir.
Aslında Türkiye’de üniversitelerle ülkenin geri kalanı arasındaki en büyük mesafe işte tam da burada oluşur. Üniversiteler genellikle bir kentsel, kamusal mekân olarak düşünülmemiştir. Bu nedenle de içinde bulundukları kentlerin hayatıyla bütünleşemez ve onları yeterince etkileyemezler. Üniversite kampüsünün içinde bulunan kantinleri kafeler, lokantalar aynı kentte yaşayan yurttaşlar için bir yeme, içme mekânı seçeneği oluşturmazlar. Üniversite kütüphaneleri halka açık değildir. Üniversitenin eski bir mezunu ya da emekli bir öğretim görevlisi bile bir kütüphaneden ödünç kitap alamaz genellikle. Kampüsün içinde yer alması muhtemel kültürel mekânlar, mesela sinemalar, tiyatrolar, sergi salonları bazı özel günler dışında kamuya açık değildirler.
Bu açıdan bakıldığında Türkiye üniversitelerinin kelimenin gerçek anlamıyla “kamu üniversitesi” olmasından söz edilemez. Kendilerini kamuyla paylaşmazlar. Kendi personeli ve öğrencileri dışında bir kamuyu öngörmezler. Böylesi bir kamuya karşı kurumsal bir sorumluluk hissetmezler.
Oysa üniversite biraz da budur. Hadi “entelektüel”, “akademik” gibi büyük laflar etmeyelim ama bir üniversitenin içinde ve etrafında oluşabilecek bir “fikri kamu”nun, efkâr-ı umumiye’nin içinde yer aldıkları kentleri etkileme, dönüştürme potansiyeli önemlidir. Çünkü üniversite sadece bir “diploma fabrikası” değildir. Üniversite sadece bir dershane hiç değildir. Fikrî alışveriş sadece derste, sınıfta değil, aynı zamanda koridorda, bahçede, parkta, kantinde, kafede de gerçekleşir. Üniversitenin daha kalıcı unsuru olan öğretim görevlileri sadece kitaplardan değil, işte bu atmosferden de beslenir. Üniversite öğrencisi sadece dersinden, hocasından, bölümünden değil, aynı zamanda sözünü ettiğim bu “kamu”dan da mezun olur.
Ama Türkiye’de üniversitelere genellikle böyle bakılmamıştır. Yukarıda yazdıklarımın olması zaten pek istenmemiştir. Üniversite kampüsü öğrencilere mesleki ve uzmanlık donanımını sağlayan bir kapatılma mekânı olarak düşünülmüştür büyük ölçüde. Ülkenin gençlerinin askere gider gibi üniversiteye gitmesi istenmiştir sanki! Üniversite, öğrencisine ve çevresine geniş spektrumlu bir Müfredat ve Maarif (Bildung) sunabilecek bir biçimde yapılanmamıştır. Sözünü ettiğim kamunun oluşması özellikle tercih edilmemiştir. Olduğu kadarı da yüzlerce güvenlik kamerasının denetimi altındadır.
Bu da aslında ülkenin, evlatlarının kalitesinin kendisinin ortalamasından daha iyi olmasını tercih etmediği anlamına da gelir. Bu ülke bir yandan sürekli kalkınmak, büyümek, güçlenmek, zenginleşmek isterken, diğer yandan bunun kültürel, zihniyetsel olarak hiç değişmeden mümkün olduğu yönünde bir yanlış kanaate sahiptir çünkü. İşte tam da bu nedenle Türkiye’de üniversiteler yüksek öğrenim diploması verdikleri halde, daha çok meslek okulu kıvamındadır. Bunun ötesinde bir işlev görmeleri beklenmemiştir, hatta “bunun ötesi” polisiyenin alanı olarak tasavvur edilmiştir!
Dolayısıyla Türkiye’de yüksek öğrenim her zaman biraz “polisiye” kapsamında ele alınmıştır. Temel meslek ve uzmanlık dışındaki her türlü Müfredat ve Maarif imkânı bir polisiye süzgecinden geçtikten sonra mümkündür. Bu da aslında Türkiye’nin kalkınması, büyümesi, güçlenmesi, zenginleşmesini engelleyen “zihniyet filtleri”nden biridir. Bu açıdan bakıldığında yeni rektörün işine güvenlik kameraları ve kayıt cihazlarının bakım ve onarımı için ihale açarak başlaması aslında eşyanın tabiatına uygundur. Türkiye gerçekliği kapsamında elbette! Hatta sözünü ettiğim konularda Türkiye ortalamasının biraz dışında olabilecek üniversitelere de dışarıdan rektör atama, bu nizamın sürdürülmesinin önemli araçlarından biridir belki de.