Altmışlı yıllardan bu yana, Nobel Haftası’nda Nobel Ödülü’nü o yıl kazananlar, Nobel Minds isimli İsveç Televizyonu ve BBC World ortak yapımı bir programdaki yuvarlak masa toplantısı için bir araya gelirler. Bu, yolları bilim, araştırma ve edebiyatta kesişenlerin en güzel geleneklerinden biridir.
Bizim gibi, bitmek bilmeyen kutuplaşma alanlarında kısır döngülere hapsolmuş coğrafyaların güzel insanları için, bu rasyonel tartışmaları ekranın bir ucundan hüzünlü ve bilgiye aç gözlerle izlemek ve ilham almak bir tür gelenek oldu.
Çağdaş, bilimsel ve nitelikli eğitim sonucunda oluşan daha fazla ve uzmanlaşmış bilginin etkin bir sosyo-ekonomik ve siyasi çerçeve içerisinde birer ürüne dönüştürülmesi, toplumları diğerlerinin önüne geçiriyor.
Geçtiğimiz yıl Nobel Haftası, 6-12 Aralık tarihleri arasında Stockholm ve Oslo’da gerçekleşti.
Fizik, kimya, tıp ve ekonomi alanlarında 2022 Nobel Ödülü’nü kazananlar ise, 9 Aralık’ta Stockholm Kraliyet Sarayı’nın tarihi kütüphanesinde öğrencilerle BBC’nin efsane sunucularından Sudan kökenli Zeinab Badawi moderatörlüğünde bir araya geldiler.
Keşiflerini, başarılarını ve ödül aldıkları alandaki bulgularının pratikte nasıl uygulanacağını konuştular, tartıştılar. En karmaşık konuları en basit dille anlatmaları da cabası...
İçlerinde fizik alanında Alain Aspect, John Clauser ve Anton Zeilinger, kimya alanında Carolyn Bertozzi, Morten Meldal ve K. Barry Sharpless, tıp alanında Svante Paabo, ekonomi alanında Ben Bernanke, Douglas Diamond ve Philip Dybvig vardı.
Ve dinleyicilerin arasından bir tıp öğrencisinden mükemmel bir soru geldi: “Bu denli yüce fikirlerin kaynağı nedir?”
Bilim insanları topluluğundan yanıt gecikmedi: “Obsesyon!”
Soruya, insanın soyu tükenmiş akrabalarından Neandertallerin genetik kodunu çözen ve paleogenetik biliminin kurucularından olan Svante Paabo’dan gelen yanıt ise oldukça önemliydi: “Grup çalışması çok önemli. Bu zamana kadar üzerinde çalıştığım tüm fikirler, aptalca fikirlerin bile korku duymaksızın masaya yatırıldığı grup çalışmalarından geldi.”
Paabo’nun babası da, ne güzel tesadüf ki, tam 40 yıl önce fizik alanında Nobel ödülü sahibi. Bir Nobel’in 40 yıl hatırı vardır, belki de...
Kimya alanında Nobel ödülünü iki kez alan tarihteki beş kişiden biri olan Sharpless’ten kahkahalar eşliğinde gelen yanıt ise şöyleydi: “Önemli bir fikre yaklaştığımda, tıpkı hayvansı bir güdüyle kan kokusu alırım. Çünkü ben özünde bir hayvanım.”
Tüm bu konuşmaları aklımızın bir yanında tutalım. Ardından geçtiğimiz gün CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun, 21.yüzyılın bilgi ekonomisi yüzyılı olması gerektiği yönündeki saptamalarına dönelim.
Dijital Emek 4.0 Çalıştayı’nda konuşan Kılıçdaroğlu, “Artık kaba güce, kazma küreğe değil bilgiye dayalı ekonomi. Bilgi üretiyorsanız hızla büyüyebilirsiniz. Bilgi üretiyorsanız ve o bilgiyi elle tutulur metaya dönüştürebiliyorsanız dünyada söz sahibi olabilirsiniz,” demişti.
Kılıçdaroğlu’nun meşhur ABD ziyareti de “bilgi ekonomisi”ne bilim ve teknoloji alanındaki gelişmelerle katkı sunanlara odaklanmıştı.
Peki, nedir şu meşhur “bilgi ekonomisi”?
Birleşmiş Milletler eski Genel Sekreteri Kofi Annan’ın çok sevdiğim bir sözü vardır: “Bilgi güçtür. Bilgi, özgürleştirir.”
Dünya Bankası ise, bilgi ekonomileri için dört temel şart koyar:
- girişimciliği ve bilgi kullanımını özendiren bir sisteminiz varsa;
- vasıflı bir işgücüne iyi bir eğitim verebiliyorsanız;
- bilişim teknolojileri altyapılarınız güçlüyse; ve
- akademi, özel sektör ve sivil toplumu inovasyon doğrultusunda bir araya getirebiliyorsanız, siz bir “bilgi ekonomisi” sayılıyorsunuz.
Teknik ve bilimsel ilerlemesi hızlı olan, ekonomisini kas gücü veya inşaat projeleri yerine bilgi-yoğun etkinlikler üzerine temellendiren ülkelerde zihinsel yetenekler, bilgi ve iletişim teknolojisinde atılımlar, Ar&Ge laboratuvarları, keşifler manşetleri süsler.
O ülkelerde akademisyenler, iki upuzun yıl boyunca karda, kışta, yağmurda ve sıcakta “Kabul Etmiyoruz, Vazgeçmiyoruz” demek zorunda bırakılmaz. Bu mücadele güçlerini, tam bağımsız, özerk ve güçlü üniversitelerindeki araştırmalarını yapmaya ayırma imkanları olur; on yıllardır verdikleri dersler bir gecede rektörlükten gelen kısa bir e-postayla gerekçesiz şekilde iptal edilmez.
Bilgi ekonomilerinde kişiler, göçmen kökenli olup olmadıklarına bakılmaksızın, beyin güçleriyle, fikirleriyle yaşadıkları topluma katkıları üzerinden kendilerine yer edinirler.
İki Türk’ün kurduğu ve kişiselleştirilmiş kanser aşısı üretmek için Birleşik Krallık hükümetiyle ortak çalışmalarını hızlandıran BioNTech firmasının 2021'de yüzde 2,7 büyüyen Alman ekonomisine tek başında yüzde 0,5 oranında katkı verdiğini unutmayalım. Ve daha bu topraklarda görmezden gelinen, yeterince desteklenmeyen, beyin göçü olarak kaybettiğimiz nice bilim insanı, sanatçı, mühendis, doktoru düşünelim ardından.
Rekabet işte tam da bunların üzerinden ilerliyor; kaç tane TOKİ projesine imza attığınızla değil... Çünkü bilgi ve iletişim teknolojilerinde rekabetçiliği önceleyen toplumlar, bu teknolojileri kullanan sektörlerin ekonomiye kazandırdığı katma değerle büyür.
Bu, ayrıca sürdürülebilir bir büyüme modelidir, çünkü bir üretim girdisi olarak bilgi tükenmez bir kaynaktır; zaman ve mekândan bağımsız şekilde internet üzerinden yeni pazarlara ulaşır.
Bilgi ekonomisinde sürekli yeni işler, yeni fikirler, yeni meslek grupları oluşur. İstihdamın ve büyümenin itici gücü, teknolojik bilgidir. Oysa, Türkiye’nin yüksek teknoloji ihracatının toplamı, Avrupa Birliği’nin ancak yüzde 1’ine karşılık geliyor.
Tam da bu yüzden bilgi ekonomilerinde tabela üniversiteleri açmak yerine, MIT, Harvard, Colombia Üniversitesi’ne, bu kurumlardaki Ar&Ge kapasitesine, araştırmacıların yeni fikirlerine, öğrencilerin daha çağdaş kütüphanelere erişimine yatırım yapılır.
Vatandaşlık, bu ülkelerde, en fazla yatırım yapana veya en lüks daireyi alana değil, beşeri sermayeye en fazla yatırım yapıp en iyi üniversitelerden mezun olana verilir. Çünkü beyin güçtür ve sınır tanımaz. Mega altyapı projeleri ise sonludur.
Ülkedeki en iyi beyinlere “giderseniz gidin” demek yerine, “lütfen gelin de beraber bu bilgi ekonomisi ve araştırma ekosistemini büyütelim, zenginleştirelim” denir bilgi ekonomilerinde... En iyi Ar&Ge ürünleri dronlarla veya savunma sanayiyle sınırlanmaz; yapay zekaya, ilaç üretimine, bilgi temelli tüm teknolojilere dek uzanır.
Bilgi toplumu, siyasetçisinden akademisyenine dek bilginin sınırlarının geliştirilmesi için uğraşır. Örneğin yurtdışında staj yapması gereken ve kendisine robotik alanda kariyer hedefi belirlemiş üstün yetenekli bir gence “Türkiye’deki laboratuvarlar ne güne duruyor” demez; önünü açar, vizyonunu geliştirir. Çünkü küresel köyde bu gencin Avrupa’daki bir laboratuvarda aldığı deneyim, ülkesine iki ay sonra geri döndüğünde katma değere dönüşecektir.
Bilgi toplumu, bir topluluk idealidir, bir dayanışma ürünüdür.
Bilgi toplumu, kadınların ne giyeceğini anayasa konusu yapmaz. Tamamen kişisel hak ve hürriyetlerin alanına giren bu konuyu tartışmak yerine, bu enerjiyi, Türkiye’de geçtiğimiz yıl 1,5 milyar dolara yakın yatırım yapılan start-up ekosistemini nasıl geliştireceğine, elimizdeki genç insan kaynağı potansiyelinin kaybolan yaşam enerjisini nasıl artıracağına, AB ülkelerinin yıllardır hazırlığını yaptığı Yeşil Dönüşüm stratejilerine nasıl uyum sağlayacağına yoğunlaştırır.
Bir bilgi ekonomisinde, üniversitelerde açılan kadrolara yapılan atamalarda nepotizm tartışmaları olmaz; çünkü tüm kadrolara o kadroyu hak eden, buna yönelik eğitim almış, gerekli yayınları yüksek atıflı dergilerde yayınlamış, bilime gönül vermiş kişilerin geleceği herkesin kabul ettiği bir normdur. Çünkü nitelikli bir ekonomi, nitelikli bir işgücünün nitelikli üniversitelerde yetişmesiyle mümkündür.
Bilgi ekonomisinde, insanların uzun yıllar boyunca aldıkları zorlu bir eğitim karşılığında düşük ücretler, mobbing ve şiddetle “cezalandırılması” söz konusu değildir; böyle bir ekonomide bir yılda1344 uzman hekim, 1341 pratisyen hekim, “iyi hal belgesi” alarak yurtdışına çıkmak için başvurmaz.
Bilgi ekonomileri, eğitimde olgunluk ve bağımsızlık düzeyini yakalamıştır. İmalat sanayinde vasıflı teknik ara personel de yetiştirir; eğitim ve becerisi yüksek gençlerini kendi niteliklerine karşılık gelen iş kollarında istihdam eder.
Birikim yapan ve gelişen teknolojik bilgi, hem üretim maliyetlerini düşürür, hem de kişileri sürekli bir öğrenme sürecinde tutar. Çünkü bu yola girdiğiniz anda, küresel düzeyde rekabet gücünüzü test etmeye başlar; sürekli rekabetçi kalabilmek için de değer zincirinizi sürekli yenilemek, geliştirmek, güncellemek zorunda kalırsınız.
Tıpkı bisiklete binmek gibi; pedal çevirmeyi durdurduğunuzda düşersiniz.
Bilgi ekonomisi, herkesin yaşam kalitesinin de artması demektir. Çocukların okulda açlıktan bayılmadığı, atanamayan öğretmenlerin intihar etmediği bir düzendir. Yaşam standartlarını, tüm toplumu ölçek alarak yükseltir. Örneğin ABD’de toplam fikri mülkiyet piyasası 6,6 trilyon dolar düzeyindedir ve fikir yoğun endüstriler, GSYİH’nın üçte birinden fazlasını oluşturur.
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın Küresel Bilgi Endeksi’ne göre ise şu anda dünyanın en büyük bilgi ekonomisi İsviçre. Onu İsveç ve ABD izliyor. Zaten Nobel ödülü sahiplerinin dağılımı da bu tabloyu teyit eder nitelikte.
Bilgi ekonomisine dönüşüm sürecinde, kamu sektörü, özel sektör, üniversite ve sivil toplum kuruluşuyla birlikte herkes aktif bir şekilde bilgiye yatırım yapar; hacamat tedavisine değil bilime güvenilir.
Bilgi ekonomisinde elbette engebeler vardır. Ülkeler de ekonomiler de hata yapa yapa öğrenir. Ama bu yarışta ipi göğüslemek ila en geride kalmak arasındaki tercihte, ülkeler, vatandaşlarına layık gördükleri gelecek üzerinden stratejilerini belirlerler.
Bir bilgi ekonomisinde, Türkçe bilmeyen bir Kürt vatandaş, kronik hastalığını doktora aktarmada dil sorunu çekmez; bir bilgi toplumu bu konuyu dijitalleşmeyle, bölge-spesifik eğitimle çözer; gerekirse tercüme yapan robot-asistanlar bile geliştirir. Aynı çağda kimileri ChatGPT yazılımları geliştirilirken, robotlara “bilinç” yüklenmesinin mümkün olup olmadığını araştırmaktadır.
Büyük bilgi ekonomilerinin sırrı, obsesyon ve tutku derecesinde araştırma, üretim ve geliştirmeye verilen destek ve önemde gizlidir.
Bilgi ekonomisi, Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi’nde fizyolojik ihtiyaçlar ile kendini gerçekleştirme gereksinimi arasındaki sarkaçta yerini bulma arayışıdır.
Peki bizim yerimiz bu sarkaçta nerede olmalı?