Toplu taşıma araçlarında bir yolculukta kaç hikayeye maruz kalıyoruz? Kaç dedikodu, ayrılık, iş arama, yeni biriyle tanışma öyküsü dinliyoruz ya da gündelik hayatın ıvır zıvırlarıyla ilgili kaç konuşmaya istemeden kulak misafiri oluyoruz?
İki şehirlerarası yolculukta, iki genç insanın sevdikleriyle ilişkilerinin pek çok ayrıntısını ve gelecek planlarını öğrenme ‘şansına’ erişmiştim. Otobüse bindiğimiz andan itibaren önce sevgilileriyle uzun uzun konuştular. Karşı tarafın ne dediğini duyamadığım için hikaye yarım kaldı ama sağ olsunlar, sonra en yakın birkaç arkadaşlarını arayarak karşı tarafın tepkilerini konuştular ve böylece gizli saklı bir şey kalmadı. Başlangıçta, genç aşıklar, hem de aralarına şehirler, yollar giriyor ayrılık zor geliyordur, bırakayım konuşsunlar dedim. Ama en yakın arkadaşlara sıra gelince ve saat gece yarısını geçince durum katlanılır sınırları aştı.
İnsan bu konuşmalar boyunca şöyle düşünüyor; bu kadar acil olan ne, yarını bekleyemez mi?
Evet cep telefonu uzun bir zaman önce sadece haberleşme aracı olmanın çok çok ötesine geçti, televizyon gibi bir haberleşme ve enformasyon aracı olmaktan uzaklaşıp bir “eğlence” aracı haline geldi. Eğlenceyi bir tür kendini oyalama, eyleme olarak tanımlarsak, sokaklarda tek başına dolaşan insanların telefonla konuştuklarına, otobüslerde etrafa bakmamak için mesajlaştıklarına, konuştuklarına şahit oluyoruz.
Sözgelimi bir toplu taşım aracında yolcular birbirine değil genelde pencereden dışarı ya da boşluğa, hatta olmayan bir yere bakarlar. Ancak cep telefonu ile konuşmaktan sözedilecekse durum değişiyor. Cep telefonuna yanıt verildiği andan itibaren, boşluğa bakan ve kim olduğu hakkında çok az fikir yürütebileceğimiz insan farklılaşıyor. Bulunduğu ortamdan adeta soyutlanıp, konuşmanın duygusu içine giriyor ve evde ya da özel alanda/içerde karşısındaki insanla nasıl iletişim kuruyorsa, kamusal alanda da öyle bir performans sergiliyor. Özel yaşamından, işinden, duygu durumlarından, gelecekten beklentilerinden, başından geçen olaylardan yüksek sesle ve kimin duyduğuna aldırmadan söz ediyor. Gülüyor, sinirleniyor, bağırıyor, hatta bazen ağlıyor. Konuşma bittiğinde ise bu kez hakkında çok şey bildiğimiz insan, tıpkı telefonun kapat tuşuna basılması gibi kendini yeniden kapatıp boşluğa bakmaya devam ediyor.
Cep telefonlarının kamusal alanda rahat kullanımını dikkat çekici yapan durumu anlamak için biraz ev telefonlarının tarihinden söz etmek gerekir. 80’li yıllara kadar, Türkiye’de eve telefon bağlatmak ciddi bir sorun oluşturuyordu. Altyapı yetersizlikleri nedeniyle yıllarca telefon bekleyenler vardı. Dolayısıyla her evde telefon yoktu. Ev telefonları, evlerde baş köşede değil, girişte, elbise askılarının yanında özel bir raf ya da komodinin üzerinde dururdu. Bunun iki nedeni vardı, birinci neden konuşulanların mahremiyetinin ev halkına karşı korunması, ikinci neden ise evinde telefon olmayan komşuların telefonu kullanmaları durumunda evin baş köşesine kadar girmesini engelleyerek evin mahremiyetinin dışarıya karşı korunması idi. İkinci kaygılar telefonların yaygınlaşması ile, birinci kaygılar ise telsizli ev telefonlarının icadı ile bertaraf edildi. Ancak kablosuz telefonlar, bu birinci kaygıyı taşıyan insanların beklentilerinin aksine, mahremiyeti saklamaya değil, daha çok dışa açmaya yaradı. Cep telefonları ise, dışa açılma olgusunun sınırlarını kamusal alana kadar genişletti.
Ve mesele bizim istemeden kulak misafiri olup rahatsız olmamızın çok ötesine geçti. Mahremiyet, özel hayat, iç bu kadar ortalığa saçılınca mahrem diye bir şey kalmadı. Mahremiyet bizim sınırlarımızı belirler, sadece bize ait, bizim ve yakınlarımızın bilmesini istediğimiz meselelerin sınırını çizer. Bu bizi ve o meseleyi paylaştığımız insanları özel kılar. O sınırın içine herkesi almayız, birini aldığımızda da o insan da bizim için özel olduğunu hisseder.
Bir otobüs dolusu insanla paylaşılan bir konu artık özel değildir ve sizin sınırlarınız genişlemek bir yana ortadan kalkmıştır. Siz artık başkalarının seyrettiği bir “performans” haline gelmişsinizdir mahremin bağlamı da o seyirle bambaşka bir özellik kazanmıştır.
Nurdan Gürbilek Türkiye’de özel hayatın dışa açılmasının dönüm noktası olarak 80’li yılları referans verir. Askeri bir darbenin bastırdığı siyasal yaşam geri çekilmiş, bu olanaktan yararlanan piyasa tüketim toplumunun hızlı yükselişine önayak olmuş, siyasalın vesayetinden kurtulan özel hayat hiç olmadığı kadar ifade alanı bulmuştur: “80’lerde Türkiye’de yaşanan, cinsellik başta olmak üzere özel hayatın, daha çok bir özgürleşme ve bireyselleşme söylemi içinde, bilmek isteyen bir otoriteden bağımsız olarak söze dökülmesiydi.” Siyasetin baskı altında olduğu bir dönemde, aslında bir dönem siyasetin baskısıyla ifade alanı bulamayan öznelliğin dışa açılması Gürbilek’e göre bir patlama olarak gerçekleşmişti ve bir özel hayat endüstrisi oluşturmuştu: “Artık özel hayat gazetecileri, özel hayat dergileri, özel hayat sineması, özel hayat romanları, özel hayat şarkıları var; bunlar kendi dillerini, kendi görüntülerini, kendi imajlarını yarattılar.” Siyasetçilerden sanatçılara haber sunucularından köşe yazarlarına herkes kamusal alandaki samimiyeti ile puan toplamaya başlar. Olduğu gibi görünme, sahici olma iddiası bir halkla ilişkiler stratejisi olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla sahiciliğini yitirir. Gürbilek bunu vitrinde yaşamak olarak tanımlar: “bakılanla kurulan ilişki aslen bir seyir ilişkisine, sözün kendisi bir vitrine dönüştü.”
İkinci olarak kamusal alan da mahremin işgaliyle içeriğinden kaybeder. Kamusal alanın başkalarıyla paylaşılması gereken, belki ortak eyleme dökülmesi gereken kamusal meseleleri giderek azalır, insanların kamusal alandan beslenme olanakları da azalır.
Richard Sennet Kamusal İnsanın Çöküşü adlı kitabında kamusal/özel alan ayrımını şöyle tanımlar: “‘Kamusal’ sözcüğü herkesin denetimine açık olan anlamına gelirken ‘özel’ sözcüğü kişinin ailesi ve arkadaşları ile sınırlanan mahfuz bir yaşam bölgesi anlamındaydı.” Kamusal alan dış’sa özel alan iç’dir. Kamusal alan resmi ve mesafeli ise özel alan teklifsiz ve samimidir, mahremdir. İnsanların kişilik sorunlarına ilgi duymaları, Sennet’e göre, kamusal alanın sonunu getirmekte. Kişidışı eylemler, Sennet için insanın sosyalleşmesi ve politikleşmesi, kolektif davranışların politik bir eylemliliğe dönüşmesi, bir anlamda toplumun kendini daha çok demokratikleştirmesi için gerekli.
Gündelik yaşam kent sokaklarında yaşanan bir karmaşanın öteki adı. Kent sokakları karşılaşmaların değil geçip gitmelerin mekanları aslında. Herkes bir diğeri için bir görüntüden ibaret. Kalabalık ve hızdır kent dolayısıyla kamusal alanda seyredilenleri anlamlandırmak için fazla karmaşıktır. Cep telefonları bu karmaşıklığı yeni unsurlar ekleyerek çoğaltıyor. Ve kamusal alan gereksiz konuşmalar, bizi hiç ilgilendirmeyen bilgiler, anlamsızca biraraya gelmiş imgelerle bir tür çöplüğe dönüşüyor, üzerimize boca edilen enformasyon kirliliğine.
KAYNAKLAR:
Nurdan Gürbilek, Vitrinde Yaşamak, 158 syf., Metis Yayınları, 2009
Richard Sennet, Kamusal İnsanın Çöküşü, Çeviren: Abdullah Yılmaz, Serpil Durak, 480 syf., Ayrıntı Yayınları, 1996