2020’nin ilk yarısında korona virüsü salgınının ilk dalgası tüm
ülkeleri etkisi altına almışken, korona salgını sonrası dönemi
tarif etmek için sık sık ‘yeni normal’ tabiri kullanılmaya
başlanmıştı. Bu tabiri kullananlar genellikle kendi uzmanlık
alanlarından yola çıkarak, ‘artık hiçbir şeyin eskisi gibi
olmayacağını’ ileri sürmüşlerdi. Bu tip yaklaşımların ortaya
atılmasının üzerinden neredeyse bir yıl geçti. Şimdi dünya
ekonomisinin gündemi ekonomik daralma değil, ekonomik toparlanma.
Peki gerek dünya ekonomisi gerekse genel siyasi eğilimler açısından
ortada ‘yeni normal’ diye adlandırılabilecek şeyler var mı? Benim
düşüncem, olmadığı yönünde. Aksine, korona virüsü salgını, kriz
öncesindeki dönemde zaten var olan eğilimlerin daha da güçlenerek
karşımıza çıkmasına neden oldu. Dolayısıyla normale dönüş, pozitif
bir gelişme olarak değil, gerçekliğin olanca ağırlığı ile üzerimize
çökmesi anlamına geliyor.
DÜNYA EKONOMİSİ
Dünya ekonomisindeki gelişmelerden başlayalım. Aşağıdaki
grafiği, Dünya Bankası’nın geçtiğimiz ay açıkladığı Küresel
Ekonomik Beklentiler Raporu’ndaki verilerden türettim (dileyen okur
rapora ve verilere şuradan ulaşabilir). Grafiğe baktığımızda gerek
dünya genelinde gerekse Küresel Kuzey ve Güney ülkelerinde borcun
milli gelire oranındaki değişimi görüyoruz. 1990’lı yıllardan sonra
dünya genelinde bir ana eğilim olarak borçlanma daha hızlı artmaya
başlıyor. Borcun ekonomideki öneminin artması, finansallaşma
literatüründe farklı boyutlarıyla ele alınıyor. Burada bizim için
önemli olan, korona salgını sonrası dönemde dünya genelinde
borçlanmadaki artışın daha yüksek olacağı. Ancak bu genel eğilime
farklı ülke grupları açısından bakmakta fayda var.

İlk olarak Küresel Kuzey ülkelerini ele aldığımızda toplam
borçların GSYH’ye oranındaki artışın 2008-9’daki küresel kriz
öncesi dönemde çok yükseldiğini, kriz sonrası dönemde ise bu
1990’ların ortalamalarına geri dönüldüğü görülüyor. Bu eğilim,
gerek ABD ekonomisindeki hanehalkı borcunun gerilemesinin, gerekse
Avrupa ülkelerindeki kemer sıkma tedbirleri sonrasında Güney Avrupa
ülkelerinin dahi cari fazla verir hale gelmesinin bir sonucu olarak
görülebilir. Ancak korona salgını sonrası dönemde Küresel Kuzey’de
de borçlanmanın daha da artacağını biliyoruz. Bu özellikle
faizlerin sıfır düzeyine yakın olduğu bir ortamda kamunun
borçlanarak maliye politikasını daha aktif olarak kullanması
yönünde oluşan yeni uzlaşının bir sonucu olarak ortaya
çıkabilir.
Sürece Küresel Güney ülkeleri açısından baktığımızda ise, 2008-9
küresel finansal krizi sonrasında bu ülkeler açısından borçların
çok daha hızlı arttığı bir süreç yaşandığını görebiliyoruz.
Borçlanma hızındaki bu artışla ilgili iki detay daha vermek
istiyorum. İlki, artan bu borçlar doğrudan doğruya Küresel Kuzey
ülkelerinin 2008-09 krizine verdiği politika tepkisinin bir sonucu
olarak görülmeli. İkincisi, geçtiğimiz 10 yılda artan borçlar daha
çok kamu değil özel sektör kaynaklı. Yani Küresel Güney
ülkelerindeki firmalar belki de en borçlu dönemlerini geçiriyorlar.
Bu tablo, Çin’i çıkardığımızda dahi değişmiyor.
Sözün kısası, eğer korona salgını sonrası dönemde, salgın
öncesindeki eğilimlerin daha da güçlenerek sürmesine tanıklık
edeceksek, borçlanmanın hızlanacağını öngörebiliriz. Zaten gerek
uluslararası kurumlardan gelen ‘erken faiz artışı felaket getirir’
mealindeki uyarılar, gerekse Fed ve AB Merkez Bankası gibi
kurumların mevcut politikalarına en az 2023’e kadar devam
edeceklerini açıklamaları, bu öngörüyü destekliyor. Bunun bir
anlamı daha var: Büyük merkez bankaları daha uzun bir süre faizleri
artıramayacaklar. Zira eğer bunu yaparlarsa yeni bir finansal çöküş
dalgasının yaşanması neredeyse kaçınılmaz.
TÜRKİYE
Dünya ekonomisindeki bu genel eğilimleri akılda tutarak, Türkiye
ekonomisindeki gelişmelere bakalım. Bildiğiniz gibi ekonomi
yönetiminde 6 Kasım 2020’de gerçekleşen ‘U-dönüşü’ sonrasında bir
ödemeler dengesi krizinin eşiğinden dönüldü. Bu dönüş sonrasına
faizler artırıldı, sermaye girişleri yeniden başladı ve Dolar 7
liranın altına kadar geriledi. Son sanayi üretimi verilerine
baktığımızda, Türkiye’nin 2020 büyümesinin de dünya ortalamasına
göre oldukça yüksek olacağı görülüyor. Bu büyüme, korona salgını
başlarında iktidar çevrelerine hakim olan ‘kontak kapatmama’
stratejisinin bir sonucu olarak hayata geçti.
2021 yılında bu büyüme eğiliminin sürmesi mümkün. Zira zaten baz
etkisi nedeniyle ekonomi hiç büyümese dahi pozitif sayıların
görüleceği bir döneme giriyoruz. Özellikle iktidarın pozitif reel
faiz vermeye devam etmesi yabancı sermaye girişlerini sürdürdüğü
müddetçe, TL’deki gevşemenin sürmesi ve enflasyonun kontrol altına
alınması söz konusu. Burada kritik olan, farklı sermaye
fraksiyonları arasında şimdilik sağlanmış gibi görünen uzlaşmanın
ne kadar süreceği. Zira bu tip bir politika, ancak bu türden bir
mutabakat olması durumunda hayata geçebilir. Şimdilik şunu
söyleyebilirim: Merkez Bankası Başkanı’nın yürüttüğü aktif
diplomasiye rağmen şimdiden bazı çatlak sesler çıkmaya başladı,
ancak geniş bir kesim bir süre daha beklemeyi tercih ediyor.
Kısacası, 2021’in en azından ilk yarısı, Türkiye açısından
‘ekonomi politikalarında normale dönüş’ dönemi olarak görülebilir.
Ancak dönülen yer, yoksulluğun, işsizliğin ve hayat pahalılığının
daha da arttığı bir normal. Yani korona salgını öncesindeki
eğilimlerin katmerlenerek sürmesi. Bir hatırlatma ile bitireyim:
İçinden geçmekte olduğumuz bir birikim modeli krizi. Bu krizi
oluşturan zemin, zaten ‘normal’ olarak kabul edilen ekonomi
politikalarının uygulanması sonucu oluşmuştu. Ekonomi yönetiminin
‘normalden sapma’ gibi görünen zikzakları, onun ‘normal’in
ağırlığından kaçmaya çalışma girişimleriydi. İktidar henüz bu
ağırlıktan kurtulabilmiş değil ancak dünya ekonomisinde yukarıda
özetlediğim gelişmeler, bir kere daha iktidarın lehine
seyrediyor.