Normaller ve damgalı otistler
Aksaray’da okulun bulunduğu mahalle muhtarı övünürcesine, aslında “hafif otizmli” çocuklara karşı olmadıklarını beyan ederek, sınırların ne olması gerektiğini belirtmiştir. Buna rağmen, işte, Mehmetçik İlkokulu'nda, otizmli çocuklar ve ebeveynleri bu sınırı biraz zorlamışlar, normallerin okulunda bir sınıfta varolma cüretini göstermişlerdir.
Saime Tuğrul*
Türkiye’de haberleri dinlemek, gazete okumak, -ana medyanın dışında olsalar da- giderek insani tahammül sınırlarımızı zorlar oldu. Farklı olanı damgalamak, kategorize ederek dışlamak ve sadece kendi gibi olana yaşama hakkı tanımak, neredeyse bu ülkede genel norma dönüşmüş durumda. Bu minvaldeki gündelik olay ve haberler arasına, uzaklaştırmak için bilgisayar ekranlarını koysak da, en aymaz, utanç verici tanımların, kavramların birbirine karıştırılıp, önümüze bulamaçlar halinde sunulmasına alışsak bile, kimi zaman bazı haberleri okuduğumuzda içimizden “Yeterrrr!...” diye çığlık atmak geliyor.
Ben de, bu çığlığı sık sık atsam da, iki gün önce, Aksaray’da bir ilkokulda otizmli çocuklara karşı yapılanları okuduğumda, içimde bir yerlerin yandığını, kavrulduğunu hissettim. Çünkü ben de otizm spektrum bozukluğu olan bir çocuk annesiyim. Aksaray’daki okulun mahalle muhtarının tanımıyla, “hafif otizmli” bir oğul büyüttüm. (Benim ve oğlumun şansı Fransa’da yaşıyor olmamız -ki Fransa Batı Avrupa ülkeleri arasında otizm konusunda en az gelişmiş ülkelerden biridir- ve imkânlarımızın olmasıydı.) Yani, otizmli anne-babaların neler yaşadığını biraz olsun bilen biriyim.
Eylül ayı boyunca otizmlilerin ve yakınlarının tanıklık hikayelerinde de, Mehmetçik İlkokulu'nda olanlara benzer olayların yaşandığını defalarca okuduk. Okuduklarımız, kuşkusuz yaşanan dramların çok küçük bir parçası ama, bu buzdağının ufacık görünen tarafı bile, bu toplumda, biraz farklı olanların ne denli itilip-kakıldıklarını, acımasızca dışlandıklarını, fütursuzca aşağılandıklarını göstermeye yeterli. Otizmliler ve mental engelliler ise, maalesef en fazla dışlananlardır.
Otizmliler fizik, motor hatta mental engellilerden farklıdırlar. Engelli “stigmatları-damgaları” kolaylıkla fark edilmez. Uzaktan farklılıkları anlaşılmaz, “normal” gibidirler ama tuhaftırlar. Sosyal kodları çözümlemekte zorluklar yaşadıklarından beklenen tepkileri veremez, istenildiği gibi davranamazlar. Bir kabuğun içine sıkışmış, sessizliğe ve bedenlerine hapsolmuş izlenimini verirler. Bu benzer-benzemez özellikleri ile “normalleri” daha da rahatsız ederler. Her toplumda, egemen “normallerin” belirlediği, “normal olmayan” damgasının eşiğindedirler.
Peki, “o tip çocuklarla konuşma, arkadaşlık etme”, “O tür çocuklar, bizim (normallerin!) çocuklarımızın psikolojisini bozuyorlar” diyen ebeveynlerin “normali” nedir?
Normal, Latince’de, gönye anlamına gelen “norma”dan gelir ve geometri içinde kullanılır. Doğrultmak, düzeltmek demek olan “ortogonal” ile aynı anlamı taşır (ortopedist, Ortodoks, ortodontist kelimeleri bu ortak kökenden gelirler). Orto ve norm, bir şeyin nasıl olması gerektiğini veren doğrultucu kıstaslardır. Moderniteye geçişle birlikte “normal” sözcüğünün yaygın kullanımı 1800’lerde başlar. İlk önceleri, normal, patolojinin karşıtı olarak tıp alanında, daha sonra her alanda kullanılır.
Normal, tüm diğerleri için kural ve tip demektir. Bu kuralları koyanlar da, çoğunluğu oluşturan, iktidarı elinde tutanlardır. Yani, Mehmetçik İlkokulu'nun müdürü, mahallenin muhtarı ve okulda çoğunluğu oluşturan normallerin anne-babalarıdırlar. 'Norm'un dışında kalanlar ise, damgalılardır.
Damga ise, Eski Yunancada (stigmat), olağan dışı ve kötüyü ifşa etmeye yarayan (ahlaki anlamda) bedensel işaret demektir. (Antik Yunan’da bu işaretler ahlaki düşkünlüğün kanıtı olarak taşıyıcıların bedenlere yakılır ya da kazınırdı). Hıristiyanlıkla birlikte, cildin üzerindeki bazı yaraları ve tıbbi, fizik bozuklukları tanımlamak için de kullanılmaya başlanır. Ancak, E. Goffman’a göre, toplumsal kimlik tanımları, normlara göre belirlendiğinden, kimlik ve varoluşa değgin normlar, çoğunluk tarafından yerine getirilebilen (gören, yürüyen, konuşan) ve ideali hatırlatan (fiziki güzellik) normlar olarak ayrılırlar.
Toplumsal çerçeve, kişileri kategorize edecek sıradan ve doğal niteliklerin ortaya çıkmasını hazırlar ve kişide sabitlenmesini sağlar. Bu toplumsal kimlik tanımı negatif bir anlam içerdiği durumlarda “damga” sıfatını alır. Bu nedenle, Goffman, damga terimini itibarsızlaşmış bir sıfata atıfta bulunmak için kullanır. Damga rahatsız edici karakterini bize göstererek görünürlülük kazanır, istenmeyen bir farklılıktır ve diğer nitelikleri ikinci plana iter. Böylece bir damga ideolojisi inşa edilir. Dilin içinde normallik tanımının dışındakileri tasvir etmek için bile kullanılır; kaçık, sakat, hasta gibi tanımlar, düşünülmeden gündelik hayat içinde yaygınlaşır. (Goffman)
Normallik standartları öylesine etkilidir ki, damgalı birey de aynı standartlar çerçevesinde, damgasını normaller gibi algılar. Bu utanç, eziklik, yetersizlik ötesi, hatta, kendinden nefrete kadar gidebilir. Damgalının, “olduğu gibi” kabul görmesinin koşulu, normallerin koşullu kabulünün sınırlarını zorlamamasıdır.
Nitekim, Aksaray’da okulun bulunduğu mahalle muhtarı övünürcesine, aslında “hafif otizmli” çocuklara karşı olmadıklarını beyan ederek, sınırların ne olması gerektiğini belirtmiştir. Buna rağmen, işte, Mehmetçik İlkokulu'nda, otizmli çocuklar ve ebeveynleri bu sınırı biraz zorlamışlar, normallerin okulunda bir sınıfta varolma cüretini göstermişlerdir. Diğer çocuklarla aynı alanda hareket etme, onların yakınına kadar sokulmaya kalkışmışlardır. Üstelik bir iki tane değil, görünürlüklerini saklayamayacak sayıda otist çocuk, arka kapıdan girseler, ayrı sınıflarda olsalar bile, düzenin ve aynılığın koruyucu normallerini rahatsız etmişlerdir.
Oysa, siyasilerin söylemlerinde, kamu spotlarında, televizyon programlarında engelli vatandaşlarımızın görüntüleri, paralimpik milli sporcularımız için övgüler eksik olmaz. Acıma duygusu, merhamet, ekranın arkasında uzak yabancılar içindir. Televizyon aracılığı ile, ötekilerin acıları bakılabilir, görülebilir olur. Yeri geldiğinde, acıma duygularıyla sarmalanmış birçok insan gözyaşları ile ıslanmış, “ah, vah, yazık…”lar içinde katılırlar bu programlara. Ancak, engelliler, maalesef binlerce örnekten bir tanesi olan bu ilkokulda olduğu gibi, yanı başlarına geldiklerinde ise, normallerin gözyaşları nedense kuruyarak yuhalamaya, otist çocukların bedenlerinde yaşadıkları kaosu saklayan bakışlarından rahatsızlığa ve “benim çocuğuma dokunma!”ya varan bir saldırganlığa dönüşür.
Geriye ise, sadece utanç kalır.
* Bilgi Üniversitesi Kültürel İncelemeler-Işık Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri öğretim üyesi