Mayıs seçimlerinden önce muhalefet ve toplumdaki değişim
arzusunun dinamikleri arasında bir bağa ilişkin beklentiler vardı.
Özellikle CHP’nin değişime ilişkin attığı her adımın bir karşılığı
oluyor ve fakat sürekli kendi sağına çeken politik söyleme
hapsolmak muhalefetin değişim beklentisini karşılamayacağını ortaya
koyuyordu. Mayıs seçimlerinin deyim yerindeyse kendine has bir
vasfı vardı: Otoriter rejim son bulacak ve Türkiye’de demokratik
çatışma ve müzakerelerin zeminlerinin kurulmasına imkân
açılabilecekti. Mayıs seçimlerinin bu vasfına karşın özellikle ana
muhalefetin ürkekliği ile işleyen garanticiliği; seçim sürecine
değil ama seçim sonucuna ilişkin dayanaksız inancı, değişim
arzusunu dahi maniple etti. Aslına bakarsak toplumun çok büyük bir
bölümünü, otoriter rejimi bir adım yana itecek kısmi bir
restorasyona ikna etti. Seçimlerden sonra yaşanan hayal
kırıklığının bir nedeni de bu. Seçmenin seçim sonrasına ilişkin
duygusal, düşünsel yatırımının sınırlılığı ile yaşanan hayal
kırıklığı arasındaki uçurum da bunu gösteriyor.
Cumhurbaşkanı tarafından Merkez Bankası’na yapılan atamaların
muhalefet tarafından alkışlanabiliyor olması, Emniyet’te Soylu ile
adı birlikte anılan ekibin yerini bir başka “ekibe” bırakması hatta
RTÜK Başkanı’nın Atatürk filmine ilişkin bir dijital
platformun tasarrufları hakkında inceleme başlattığını söylemesi
liberal ve Kemalist muhaliflerin alkışlarına mazhar olabiliyor.
Normal, olağan bir rejimdeymişiz; normal, olağan politik
koşullardaymışız gibi; rejime ilişkin hiçbir yapısal sorunu
görmeden, sınıfsal tercihlerin altını çizmeden. Millet İttifakı ve
etrafında toplanan partilerin bu rejimin yapısıyla derdi var mıydı
gerçekten, sınıfsal tercihleri bakımından farkı neydi? AKP’nin
Merkez Bankası’na atadığı kişileri alkışlayanlara sorsak ne derler?
Ormanlarımız kesilir, köylüler dövülür, Cumartesi Anneleri AYM
kararına rağmen abluka içinde şiddetle gözaltına alınır,
gazeteciler tutuklanır, ülkenin sokakları her gün psikopatça
cinayetlere, çete savaşlarına teslim edilirken normalimiz hakkında
ne derler? Benim kanaatim şu, Türkiye’nin yeni rejiminin yarattığı
olağanüstü hâl, Millet İttifakı ve etrafındaki partilerce
normalleştirildi, normalleştirilmeye devam edecek ve kabul etmek
gerekir ki artık normalimiz bu; istisnayı yaratacak ise kurulu
muhalefet içinden çıkmayacak.
Tanıl Bora’nın her kuşak kendi “CHP nedir, ne değildir?”ini
yazacaktır cümlesini okuduğumda içim sızladı. İki nedenle:
Birincisi, gerçekten de yazdık, fiili olarak da yazmaya devam
ediyoruz. Hatta, o günün koşulları ile bugünün koşulları arasında
dağlar kadar fark olmasına rağmen, atıf yaptığı Ahmet Kardam’ın
1976’daki cümlesini neredeyse aynı kelimelerle, 50 yıl sonra
yazdık. Asıl sızlanmam ise “her kuşak” sözüne. Sızlanmadan isyana
dönüşürcesine: Zorunda mıyız? Türkiye’de sınıfsal ve kültürel
tercihleriyle sol-sosyalist örgütlenmeler 70’lerde eriştiği güce
erişse dahi politik gücünü hesaba dahil ederken CHP’yi etkilemek,
zorlamak, sol sınırlarına getirmek üzerinden tasarımlar mı yapacak?
Herkes kendi yoluna demenin bir zemini yok mu?
Normalleşme metaforuyla anlatmak istediğim süreç belki de bu
zemin olur. Sermayenin ilksel birikimi lehine doğanın ve emeğin
sınırsız sömürüsünün; bürokratik gelenek ve teamülleriyle kamu
yararına hareket etme kapasitesi kazanmış kurumların tasfiyesinin;
eğitim, adalet, sağlık alanlarının paralılaştırılmasıyla toplumun
geniş yoksul kesimlerinin paryalaştırılmasının; demokratik bir
toplumun olmazsa olmazı temel hak ve özgürlüklerin gaspının, başta
erkek olmayanlar için (ama psikopatlaşan normalin dışında kalan
herkes için) tehlikeli hale gelen sokakların normalimizi
oluşturduğu bir dünyayı yaratanlar, ona ortak olanlar
dışındakilerin yaratacağı bir istisna belki kendi “CHP nedir, ne
değildir”ini yazmak zorunda kalmaz. Belki “bizim tabanımız ne
olursa olsun bize oy verir diyenleri” haksız çıkaracak bir
istisnanın zamanı gelmiştir.
Daha çok sağcıyla bir araya gelerek daha güçlü olunmadığını
kanıtlayan bir "tüzük sosyal demokrat partisi"nin yerini 90’lı
yıllardaki deneyimin eleştirisiyle bir "kadro, program ve eylem
sosyal demokrasi partisi" alırsa; (Bora’nın yerinde benzetmesiyle
Güven Partisi’nden kopulursa) belki istisnayı yaratacak olanların
kendi kuşakları için “nedir, ne değildir” diye sormaya değecek bir
yapı da çıkar.
Çıksa, en azından sormaya değecek bir sorumuz olur.