Nuran Ağırnaslı: 68 kuşağının mücadelesi kadını özgürleştirdi

Nuran Ağırnaslı, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın idamlarının 50'nci yılında 68 gençliğinin mücadelesini ve mücadele içinde yer alan kadınları anlattı.

Abone ol

DUVAR - Eski TİP senatörü, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın avukatlarından Niyazi Ağırnaslı’nın kızı ve o yıllardaki mücadelesi ile akıllarda yer edinen gazeteci Nuran Ağırnaslı; Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan’ın idam edilişlerinin 50. yılında o günleri ve o günlerde kadın olmanın ne anlama geldiğini anlattı.

Ağırnaslı’ya göre 68 kuşağı daha eşitlikçi bir dünya için yola çıktı ve kadının devrimci ve siyasal mücadeleye katılması kadını özgürleştirdi.

‘EŞİTLİKÇİ DÜNYA HAYALİ İLE YOLA ÇIKAN GENÇ İNSANLARDIK’

Muhakkak ki çok konuşuldu, üstüne yazıldı çizildi ama bir kadın gözüyle o dönemi değerlendirecek olursanız, 68 kuşağı nasıl bir Türkiye inşa etmek istiyordu?

Bizler kadınıyla erkeğiyle, (çoğunlukla erkeklerdi) daha adil, daha paylaşımcı eşitlikçi bir dünya hayali ya da ütopyasıyla yola çıkan genç insanlardık.

68'in en vurgulu yanı, tüm dünyada eş zamanlı ve özellikle üniversitelerde oluşum gösteren devrimci hareketlenmelerdir. Aynı zamanda sanata duyulan ilgi, öğrenmeye, mücadele etmeye yönelik çaba, dinlenen müzikler, donanımlı ve entelektüel kişilikler 68 kuşağı devrimcilerine eşlik etmiştir.

68 kuşağında kadın olmak nasıldı? 1968 ile 1972 yılları arası, Denizlerin idamına kadar, kadınlar nasıl bir süreçten geçti?

O yıllarda özel bir kadın bakış açımız yoktu. Bugünkü söylemle ifade etmek istersem, kısmen erkek egemen bakış açısı vardı da diyebiliriz. Hatta mücadele içinde olmanın yolu fazla kadınsı olmamaktan geçiyordu.

Bir gün kantinde Ulaş’la (Ulaş Bardakçı) karşılaştık ve ilk kez elbise giymiştim ve bana baktı dedi ki; “İskoç erkekleri gibi olmuşsun, gözünü seveyim lütfen giyme bir daha.”

Aslında bu durum, onların da bizi görmek istediği yerdi sanki. Şimdilerde bizim sınıfsal durumumuza tekabül eden kadınlara bakınca daha doğal olduklarını gözlemliyorum ve bu durumun da sağlıklı olduğuna inanıyorum.

'DEVRİMCİ YA DA SİYASAL MÜCADELEYE KATILMAK KADINI ÖZGÜRLEŞTİRDİ'

Siz bir kadın olarak o yıllarda mücadele içinde yer aldınız. Kadınlar kendilerine bu mücadelede geniş bir yer bulabildi mi?

ODTÜ’ye girdiğimde politik bir altyapım vardı ve okula girer girmez de SFK’ya üye oldum. Sonrasında süreç çok hızlı gelişti.

Komer’in arabasının yakılması ve ardından ODTÜ'nün işgal edilmesi var. Orada komünal bir ilişki sürdürdük. Kantin işgal edildi, yemekleri kendimiz pişirip dağıtımını kendimiz yapıyorduk. "Kızlar yemek yapsın" gibi bir durum olmuyordu. Gereken bütün işler birlikte yapılıyordu.

O günler ODTÜ'de kadın sayısı az, devrimci kadın sayısı daha da azdı. Dolayısıyla erkek arkadaşlarımızın etkisiyle giyim ve kuşamımız devrimci olmayan kadınların tarzından hemen ayırt edilirdi. Kot, kadife pantolon, parka filan… Ama bunlara rağmen kendini o kategoriye sokmayan, kadınsı özelliklerini koruyan kadın arkadaşlarımız da vardı. Ancak tercih edilenin bizimki olduğunu bilirdik. Kimi zaman erkek arkadaşlarımız daha kadınsı özelliklere sahip kızlara âşık olurlardı. Fakat bunu, yoldaşları olan biz kadınlara yakıştıramazlardı.

Bizler ezilmiş kadınlar değildik, iyi eğitimliydik, donanımlıydık. Ailemizde erkek ve kız çocuk arasında ciddi bir fark gözetilmezdi. Kadının geleneksel görevi olarak kabul edilen şeylere çevremdeki kızlar dâhil, hiçbirimiz zorlanmadık. Buna karşın, ne o dönemde kadın bakış açısı ülkede mevcuttu, ne de bizim onu zorlayacak ufkumuz. Sol kitleselleştikçe bu durum da doğal olarak değişti. Devrimci ya da siyasal mücadeleye katılmak kadını özgürleştirdi gittikçe.

O dönemde az sayıda devrimci kadının yurtlarda kalan diğer kadınlarla arkadaşlıkları da pek sağlıklı sayılmazdı. Onlara biraz küçümser bir gözle bakardık. ‘Giyim kuşam dışında bir şeyle uğraşmıyorlar’ diye eleştiren önyargılı bir bakış açımız vardı. Şimdilerde hatırlayınca bunları, onların gözünde itici bir yanımız olduğunu düşünüyorum.

Aslında kadınlar kendileri olarak da, kadın olarak da yer aldılar 68 döneminde. Protestolarda, eylemlerde, barikatlarda, cezaevlerinde, sürgünde, işkencede kadınlar hep var oldular. Erkek yoldaşlar ile hep beraberce ve hatta onların da bizlere karşı olan önyargılarını kırarcasına.

O günlere dair neler hatırlıyorsunuz? Aklınıza gelen olaylardan birini paylaşır mısınız...

Taylan’ın (Taylan Özgür) cenazesini almaya toplu olarak ODTÜ’den Esenboğa Havalimanı'na giderken yolda spontan bir şekilde, Ankara Marşı'ndan çevrilmiş olan dizeleri en devrimci duygularımızla ve büyük bir öfkeyle söylediğimizi hatırlıyorum:

Kollarımız kopsa bile

Yüreğimiz tetik çeker

Taylan Özgür ölse bile

Adı titretmeye yeter

Yüreğimiz birer bıçak

Zorlandıkça bilenecek

Taylan Özgür ölse bile

Milyonlar var dövüşecek

Son sözümüz söylenmedi

Kavga yeni başlayacak

Taylan Özgür ölse bile

Nice Taylan’lar yetişecek

‘SİNANLAR'IN KATLEDİLİŞİ EN BÜYÜK İKİNCİ TRAVMAMDI’

İnsanların büyük acılar ve travmalarla yüzleştiği bir dönemden de bahsediyoruz aynı zamanda. O döneme dair sizi en çok sarsan olayı sorsam?

1971’de Efraim Elrom (İsrail'in İstanbul başkonsolusu) kaçırıldığında ona misilleme olarak Ankara ve İstanbul’da operasyonlar düzenlendi ve ilk defa gözaltına alındım. Ankara Yıldırım Bölge’de 1 ay süreyle gözaltında kaldım. Sinanların Nurhak’ta katledilişlerini oradayken öğrendim. Bu haber benim için Taylan’ın İstanbul’da katledilişinden sonra ikinci büyük travmadır.

Devrim ve özgürlük mücadelesinin hiç de kolay olmadığını acı bir şekilde ve bilenerek öğreniyorduk. Sevdiklerimizi kaybederken hırsla ve inançla yaşamaya ve mücadeleye devam ediyorduk.

Sevinç Eratalay’ın seslendirdiği türküde söylediği gibiydi belki de zihnimizin derinlikleri: "En yiğitlerimiz ölmüşse bile yiğitlere gebe analarımız."

'Babam Denizlerin asılmasını protesto için beni savunmadı'

Nuran Ağırnaslı, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan’ın idam edilişlerinin 50'nci yılında dönemin bu simgeleşen isimlerine dair aklında kalan anılarını şöyle anlatıyor:

Deniz, Hüseyin ve Yusuf’ un idamlarında yaşananları, infazlarına katılmış olan Halit abi (Halit Çelenk) ve Mükerrem’in (Mükerrem Erdoğan) anlatımıyla, Halit abinin evinde dinledik.

Deniz, Hüseyin ve Yusuf’un idam kararından sonra, ‘mahkemeler göstermelik’ diyerek babam (Niyazi Ağırnaslı) ve diğer avukatlar duruşmalara girmeme kararı almışlardı. Elli küsur kişinin yargılandığı üçüncü THKO davasında tek kızdım. Ali Elverdi’nin başkanlığını yaptığı mahkeme heyetinden bir hâkim bu duruma biraz üzülmüş olmalı ki, babama neden beni savunmadığını sormuş, o da nedenini söylemiş. 74 affına az bir zaman kala salıverildim ve af ilanı ile beraber dava da düştü zaten.

Bu arada aylık bir siyasi derginin ilk 10 sayısında yazı işleri müdürlüğü yaptım ve bu nedenle de tutuklandım. Sağmalcılar Cezaevi kadın koğuşunda 4 ay tutuklu kaldım. Tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldım. Çıktıktan kısa bir süre sonra 12 Eylül askeri darbesi oldu. 3 kadın arkadaş ve 4 yaşındaki kızımla birlikte kaldığımız ev basıldı ve 1 ay süresince gözaltına alındık.

1.5 yıl kadar TDKP davasından ve devam etmekte olan basın davalarından yargılanmak üzere tutuklu olarak, önce Selimiye sonra Metris cezaevlerinde kaldım.

1982'de ana davadan tahliye kararı çıktı ve ben salıverildim. Basın davasından tutuklama çıkmıştı fakat fezleke cezaevine gitmemişti. Dolayısıyla yanlışlıkla salıverilmiş oldum ve kaçak durumuna düştüm. Sonrasında davalar peş peşe sonuçlandı.

Siz uzun yıllar Almanya’da yaşamak zorunda kaldınız? Nasıl bir süreçti o?

Oğlum Suphi Nejat’ın doğumu kaçaklık dönemimize rastlar. 1988 yılında ülkeyi terk ettik hep beraber.

Başka bir ülkeye başka bir kültüre uyum sağlamak çok zor süreçlerdi. Bizden önce de sonra da birçok devrimci benzer süreçleri yaşadılar. Almanya'da kadın gazeteci olmam, iltica başvurumun kabulünde hiçbir belge götüremediğim halde kısa sürede kabul edilmemize ve sonrasında da iş bulmamda avantajlar sağladı.

1995 yılında 141. ve 142. maddelerinin kalkmasından sonra ilticamı çekip, 7 yıl aradan sonra ilk kez Türkiye’ye geldim. 2004 yılında da kesin dönüş yaptım.

Son söz oğlu Nejat'tan...

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın avukatlarından Niyazi Ağırnaslı’nın torunu, Nuran Ağırnaslı ile Hikmet Acun’un oğlu Boğaziçi Üniversitesi mezunu Suphi Nejat Ağırnaslı 2014’te henüz 30 yaşında iken IŞİD’e karşı savaşmak için gittiği Kobanê’de yaşamını yitirmişti.

Nuran Ağırnaslı söyleşimizi oğlundan alıntılayarak bitirdi: ‘’Her yürek devrimci bir hücredir, hayal gücü iktidara…’’