Belki bu yazı yayınlandığı sırada, belki daha önce, belki daha üçüncü cümledeyken, belki anın birinde Nuriye ve Semih ölmüş olacak. Daha önce, şimdi veya en güçlü olasılık olan ölümlerinden sonra bu cümlelerin bir anlamı olacak mı?
Azgın bir hukuksuzluk, herkes için. Daha doğrusu boyun eğmeyen herkes için. Bu, boyun eğmeyen herkesin direndiği anlamına gelmiyor.
Hiçbir şeye ses çıkaramayan bir mağdurlar kitlesi. Başka mağdurlara ilişkin bir söz söyleyemeyen mağdurlar. Nasıl Cemile Çağırga için, Taybet İnan için ses çıkaramadıysak Nuriye ve Semih için de ses çıkaramamış olduk. Onları zulüm karşısında koruyamadık. Her şey gözümüzün önünde olup bitti. Gördük. Tanık olduk. Eski Mezopotamya kanunlarına göre tanıklık da suça iştiraktir!
Olmaz dediğimiz her şey oldu. Bundan ötesi olmaz dediğimiz her şeyin daha ötesi oldu.
Sıkıcı bir ihtiyat ve saçma bir iyimserlikle hiçbir şeyin değişmediğini anladık, gördük.
Şimdi 28 Şubat’ın ne kadar merhametli olduğunu, 12 Eylül’ün bile bir hukuku olduğunu anlıyoruz.
Bizi 28 Şubat’ta şöyle oldum böyle oldum diyen ırkçı tenyalar kovdu okullardan.
12 Eylül’de ikrar ve itiraf bile delil sayılmazdı. Şimdiki efendiler yaşayıp yaşamadığını bilmeden seni “mültesık” ilan edebiliyor.
15 Temmuz? İki siyasî dinci kanat birbirini çiğnedi, arada bizim canımız yanıyor. Aslında bize ne sizden?
Herkes işte boynunu kırıp ağır maliyeti olan haklarından vazgeçmiş sayıldı. Evimize döndük ve kazanan kanadın insafa geleceği anı beklemeye başladık. Oysa hak, hukuk, insaf, insanlık, hak bilme gibi mefhumlar bunları terk edeli yüzyıl olmuştu.
Efendinin neden olduğu şeyi efendiye şikâyet etmenin anlamı yok elbette. Bunun yerine ne gördüğünü söylemeli, varsa bir vicdan levhasına yazılır belki.
Her şey olup biterken bir kadın bir caddede yürüdü, bir basamağın üstüne çıktı, bir karton üzerine yazdığı cümleyi çıkardı, efendilerin yüzüne tuttu: “İşimi geri istiyorum!”
Sel oldu. Taştı.
Onunla birlikte nicesinin canını yaktılar. Ama kazanan olmadılar. O kadın onları yendi.
Bizim Nuriye’ydi bu.
Artık aileden biri gibi adıyla andığımız insanlar: Semih, Veli, Esra, Acun… Her gün bedenleri ayaklar altına alınan aile üyeleri.
Nuriye ise zaten öyle. Bizim kızımız. Biz büyüttük onu. Aynı bölümde okuduk. Sürekli gülümseyen ipince bir kız çocuğu.
Onun çevresi olarak birbirimize ondan söz edemiyoruz şimdi. Yanında olamadık, kızımızı koruyamadık, gözümüzün önünde eridi.
2012’deki ölüm oruçları gibi bir gece zindanların önüne ambulanslar dizilmeyecek ve “bir kişi ölse hepimiz ölürüz” duygusu dinmiş olmayacak. Cemile ile Taybet ile Nuriye ile Semih ile bize söylenen şey şu: “Ya öleceksiniz ya boyun eğeceksiniz!” Bu kadim bir barbar sözüdür de şimdi siyasî İslamcılar şiar edindi. Dumanlı kahvelerde uslu bir sesle ne kadar zulüm yaşadıklarını anlatan çoğu gözlüklü o gencecik çocuklar şimdi zulmün sancaktarı.
Evet, el kitapları da, öfkeli dergilerin büyük puntolu spotları da, yüksek sesli şiirler de, kalbin derin uçurumu da umut da umut deyip duruyor. Ama Nuriye ve Semih’i koruyamadığımız son derece açık. Ne umudu?
Ne anlamı var peki bütün bu sözlerin? Hiç! Her gün TV’lere çıkıp şöyle oldu böyle oldu diyen sülüklerden daha fazla şey biliyoruz elbette. Ama neden çözümleyip iri laflar edelim ki? Haklıyız da haklı olmak neye yarar? Her şey açık işte: Her yerde insanlar, canlılar, dağlar taşlar ölüyor, öldürülüyor. Hepimiz tanığız.
Tükürem böyle dünyanın içine!