Her taksi gördüğünde tedirgin oluyordu artık. Telaş ve iç sıkıntısıyla karışık bir tedirginlik. Ayrıca kendisine itiraf etmekte zorlansa da belli belirsiz bir heyecanının da eşlik ettiği, ne yapacağını bilememe haliydi bu. Hani hoşlandığınız, görünce heyecanlandığınız, bir şeyler söylemek istediğiniz ama sizi tersleme, dinlememe ya da en fenası gülme ihtimali olan biri olur da, onu her gördüğünüzde bir yandan konuşmak diğer yandan kaçmak istersiniz ya, işte biraz böyle bir şey hissediyordu ticari taksi ve tabii taksicilerle karşılaştığında. Daha önce yaşadığı şehirde bilmediği türden bir deneyimdi bu. Eskiden yaşadığı, yıllarını geçirdiği yerde de taksicilerle hiçbir zaman çok iyi diyalog kuramamıştı ama bu kez sorun yalnızca diyalog kurup kuramama değil, bazen konuşamama, tek bir sözcük dahi sarf edememe haliydi. Önceki şehrinde taksiciler daha ziyade öğrenci ve bürokrat, memur taşıyan insanlardı. Tüm sıradanlıklarıyla öğrenci ve bürokratlarla haşır neşir olanların aşina olduğu bir dilleri vardı. Oysa yeni şehrinin belirgin özelliklerinden biri bu değildi. Haliyle öğrenci ve memurların azınlıkta olduğu yeni şehrinde, özellikle memurların biraz sevimsiz ama iyi kötü ciddi ve samimi hâlleriyle biçimlenmiş insan ilişkileri, o ilişkilerden bir pay kapmış taksicileri yoktu. Hemen her şeyin, sokağın, havanın, yol isimlerinin, insan kumaşının, mekân örgütlenmesinin başka olduğu bir yerin, taksicisi de başka, hatta bambaşkaydı.
Nedenini tahmin ettiği ancak tam anlayamadığı bir ‘hava’ vardı burada. İster atmosfer denilsin buna, isterse daha kaba saba ve düz anlamıyla, ‘havalı olma’ durumu. Eski şehrinde insanlar, kimisinin ‘ezik’ sözcüğüyle tanımlamayı tercih ettiği türdendi. Mesela bir ara yayınlanan ve çok sevilen polisiye dizinin kabadayı karakterlerinde bile vardı o eziklik. ‘Hâd’ biliyorlardı. Belki de doğru sözcük budur. Herkesin, nedenini tahmin ettiği ancak tam olarak kavrayamadığı bir biçimde biraz havalı olduğu bir yerde, şehrin mütemmim cüzü olan taksicilerin etki altında kalmaması mümkün değildi tabii.
Uzun yıllar önce kendisi ve geleceği hakkında verdiği ve çoğu son derece lüzumsuz görünen kararlarından biri de, mecbur kalmadıkça toplu taşım araçlarına ve kesinlikle taksiye binmemekti. Gerçi örneğin bir dolmuş ya da otobüste insanlık dışı koşullarda yolculuk yaparken yolculardan birinin tüm cesaretini toplayarak sürücüye ilettiği hafif serzenişte dahi “Beğenmiyorsan taksiye bin,” önerisiyle karşılaştığı çok olmuştu ama dolmuş ve otobüslerdeki o hoyrat muameleyi beğenmese de taksiye binmekten hazzetmiyordu. Toplu taşımda hiç olmazsa yalnız değildi, iktidarı elinde bulunduranın çoğunluğa zulmüne tanık olsa da, o esnada çoğunluktan biri olmanın dayanışma duygusu kendisini daha güvende hissetmesine neden oluyordu. Taksiye binmeme kararı, mecbur kalmadıkça tanımadığı insanlarla diyalog kurmama kararının uzantılarından biri mahiyetindeydi. O güne dek yeterince insanla tanıştığını, diyalog kurduğunu, fazlasının gereksiz olduğunu düşünüyordu. Belki bir iki deneyimden belki de boş bir inançtan olsa gerek, bir insanın ilginç ve dinlemeye değer bir hikâyesi varsa gelip onu bulacağına inanırdı. Durup dururken sohbet açmaktan hazzetmiyordu. Hem taksicilerle sohbet ederek memleketin siyasi iklimi hakkında fikir sahibi olunduğu inancını da gerçekçi bulmuyordu. Yaşadığı toprakta her iki seçmenden biri aynı kişiye oy veriyordu ve bir taksi sürücüsünden sürpriz bir bilinç gösterisi umamazdı.
Taksi müşterisi olmaktan vazgeçmeye başladığı dönemde, içlerinden birini çevirdiğinde binmeden önce mutlaka gideceği yeri söylüyor ve sürücünün onayını bekliyordu. Eğer sürücü “Hayır” derse teşekkür ederek uzaklaşıyor, “Evet” derse, kendisini her ne kadar bir risk göze aldığını düşünmekten alıkoyamasa da içi daha rahat kuruluyordu ön koltuğa. Kimi taksiciler “Neden soruyorsunuz, biz zaten götürmek zorundayız,” dediğinde, onlara, aynı soruyu soran diğer taksicilere bulduğu yanıtı veriyordu: Çünkü gidilecek yer ve mesafeyi beğenmeyenler var, kendimi garantiye almak istiyorum! Taksici cevaben genellikle, “Abi muhakkak şikâyet edin,’ diyerek bir telefon numarası söylüyordu. Bu kez, yine ezberinde olan “Daha önce aradım o numarayı, faydası olmuyor” cümlesini kurmakla yetiniyordu. Taksicinin son hamlesi olan “Ne yazık ki var mesleğimizde böyle insanlar” çıkışını ise yanıtsız bırakıyordu, her seferinde. Unutmadan, hep ön koltuğa oturma gibi bir ilkesi vardı. Arka koltuğa oturmak ayıp geliyordu biraz. Garip bir biçimde sürücüye sürücü muamelesi yapmak istemiyordu! Oysa sürücü olmanın kötü bir şey olmadığını, küçümsenmemesi gerektiğini düşünüyor ama küçümsenmemesi gereken bu meslek erbabına, ön koltuğa oturarak neden fazladan özen göstermesi gerektiği duygusuyla hareket ettiğini çözemiyordu. Çözemediği, yanıtlayamadığı çelişkilerinden biriydi.
Yeni şehrinde tüm bu çelişkilerine, üstesinden gelemediği bir tedirginlik de eklenince iyiden iyiye ne yapacağını bilemez hale geldi. Zira ne kadar direnirse dirensin, zaman zaman taksiye binmek daha doğrusu çoğu zaman yanındaki bir başkasının taksi isteğine "evet" demek zorunda kalıyordu. Evet dediği anda gözü seğiriyor, ense köküne ağrı saplanıyor ve hafif hafif terlediğini hissediyordu. Mesafe ve trafik durumuna göre en az on beş, yirmi dakika sürecek psikolojik bir savaş başlıyordu o anda. Taşındıktan sonraki ilk bir ay, evinin çevresinde gezinirken ya da daha uzun mesafeli yürüyüşler esnasında taksi durakları ve taksicileri gözlemleyerek bazı ölçütler geliştirmeye çalıştı. Deprem anında ne yapılması gerektiğine dair izlediği kamu spotlarını hatırlıyordu böyle zamanlarda. Ola ki taksiye binmek zorunda kalırsa nasıl bir taktik izleyecekti? Herkesin her yere sürekli koştuğu, kimsenin kimseyi görmediği ve umursamadığı bu korkunç şehirde, bir taksi macerasını nasıl en hafif hasarla atlatabilirdi?
O an geldiğinde, önce herkes gibi bakınmaya başlıyordu, olabildiğince sakin görünmeye çalışarak. Eğer yol ortasında bir yerdeyse mecburen geçen taksileri kesiyordu. Favorisi ise kalabalık bir kaldırımda olmaktı. Kalabalık kaldırımların avantajı, yavaş bir yürüyüşle birden çok taksiyi süzüp aralarında bir tercih yapmanın mümkün oluşuydu. Oysa yol ortasında bir yerlerdeyse hızla geçen taksilerden herhangi birisine muhtaç durumda demekti. İlk taktiği, taksi beklemiyor gibi davranmaktı. Umursar göründüğünde zınk diye duracak ve beğenmeyeceği bir taksiye binmek zorunda kalma ihtimali vardı. Oysa umursamaz tavırlarla geçen taksiyi süzdüğünde, beğendiği durumda birden bire el kaldırıp ya da bağırıp aracı durdurmayı öğrenmişti. Yorucu bir yöntemdi bu. Ayrıca istediği taksiyi kaçırma, taksinin geri gelememe olasılıkları vardı. Oysa kalabalık kaldırımlarda her zaman daha yüksek verim almıştı. Bir kaç aşamalıydı seçme yöntemi. Önce aracın tipine, modeline bakıyordu. Yeniliğine, aracın üzerindeki eklentilerin şekline, jant kapağının çelik olup olmadığına... Mesela çelik jant kullanmak, klasik olanla yetinmeyen bir iddia içerirdi. Herkes normal jant kullanırken birilerinin çelik jant kullanıyor oluşu, o birilerinin farklı olma iddiasıydı. Oysa kendisi klasik, yerleşik olanları seviyor; durup dururken böyle iddialı işlere girişenlere güven duymuyordu. Araç içi ışıklandırma da tercihini etkiliyordu. Düğün salonu, hatta neredeyse masaj salonu havası verilmiş taksilere güvenemezdi. Bir müşteri olarak, düş dünyası böylesine gelişmiş bir sürücüyü, tavrıyla ve sohbetiyle memnun edememekten endişe duyardı. Eğer araç modeli ve aksesuarı yeterli ölçüde sıradan ise, ikinci aşamaya geçiyordu. Sürücüye, onu rahatsız etmeyecek kısa ve keskin bir bakış atmak. Nasıl biriydi? Kıyafeti? Elinde sigara var mı? Araç içinde mi yoksa dışarıda sohbet halinde mi? Öyleyse ne konuşuyor? Araçtaysa ne yapıyor? Yemek filan yiyorsa kesinlikle yaklaşmamalı, adamcağız yemeğini bırakamayacağına göre, bir eliyle kullanıp diğer eliyle döner yiyecek demektir ki, maceraya gerek yok. Soğan kokusuna da! Olabilecek en sıradan tipleri seçmeye çalışıyordu. Eğer sakallıysa çok dikkat ediyordu çünkü en hızlı ele veren, bıyık ve sakal şekliydi. Özenli bir kıyafet ile kirli sakal, kabulüydü. Hacı amca sakalı da rahatsız etmiyordu. Ancak sakalın şekli şemaili “Almanlar bizi kıskanıyor,” ya da “Abi bu Koç’lar Yahudi biliyorsun, Haliç’ten tarihi eser çıkarıp satıyorlar” kıvamındaysa, kesinlikle binmiyordu. Daha fazla bilinçlendirilmek ve bir yarım saat daha ‘değerler eğitimine’ maruz kalmak istemiyordu memleketinde.
Sürücünün kılığı aşamasını da geçtikten sonra sıra sonuncusuna, gideceği yeri sorma adımına geliyordu. Burada da iki durum vardı karşılaştığı, sağ camı açık ya da kapalı araçlar bakımından. Cam açıksa sorun yoktu. Eğer kapalıysa kapıyı açıp sürücünün özeline girmek zorunluluğu doğuyordu soruyu yöneltmek için. Ayrıca sürücünün o durumda "hayır" deme olasılığı da azaldığı için taciz ettiğini hissediyordu. Oysa sürücü, kendisini taksisine kabul edip etmeme konusunda mutlak özgür iradesiyle hareket etmeliydi ki yol boyunca gereksiz sohbetler yaşanmasın. Çünkü kimi sürücülerde yolcuyu kabul ettikten sonra ‘yolda eziyet’ alışkanlığı vardı ve kendisini en çaresiz hissettiği anlar, bunlardı. Onca özenden sonra, tüm aşamaları başarıyla geçmiş ve bir taksiye kabul edilmişken, “Neyse ki iyi günümdesin, yoksa oraya gitmezdim” ifadelerine tanık olmak, hakikaten onarılmaz yaralar açıyor, kırıntı halindeki özgüvenini de yitirmesine neden oluyordu.
Mecbur kaldığı zamanlarda, tüm bu aşamaları başarıyla geçip taksici tarafından araca buyur edildiğinde, sürücünün davet edişteki samimiyetine ikna olduysa eğer, yaşadığı mutluluğu tarif etmek mümkün değildi. Huzurla ön koltuğa kuruluyor, yüzünde silemediği gülümsemesiyle ne denli şanslı olduğunu düşünüyordu. Eğer aksi yönde bir kararı olmasaydı o anlarda tek isteği sürücüyle konuşmak, ona güzel bir şeyler söylemekti aslında. Hiç olmazsa araç modelini sorabilir, övücü bir iki sözcük sarf edebilirdi. Belki konuyu o açar diye arada bir sol yanına bakıyordu, rahatsızlık vermeden. O anlarda İstanbul’da böyle bir taksi bulabildiği, içeriye kabul edildiği, azarlanmadığı için ne denli şanslı bir adam olduğunu düşünüyor, yalan olmasın, bazen inmek dahi gelmiyordu içinden. Hele ki bir seferinde bindiği aracın beyefendi sürücüsü, trafik ışığı olmayan bir köşe başında bekleyen iki yayanın önünde durup sağ elini uzatarak “Buyurun” dediğinde, adama sarılarak ağlamamak için zor tutmuştu kendisini. Evet evet yanlış okumadınız, olağan durumda yayaların araçlara yol verdiği, araçların ve yayaların bu durumu hiç yadırgamadığı, hiçbir yayanın kendisine yol vermeyen sürücüye “Pis herif ben insanım sen araçsın” diyemediği ve bazı araçların yayaları öldürmek kastıyla hareket ettiği balta girmemiş ormanda, bir gün yanında oturduğu taksi sürücüsü, trafik ışığı olmayan bir köşe başında durarak nezaketle yayaların geçmesini izlemiş, onların teşekkürüne başını hafifçe eğerek karşılık vermişti. O anda, o taksicinin kendisine, yaşadığı memleket ve şehir hakkında böylesi bir umut vermeye hakkı olup olmadığını düşünmüştü. Üzülsün mü sevinsin mi bilemeden...
Teşekkür: Büyük olasılıkla haberi olmayacak ama bu yazı, Kadıköy civarında çalışan taksi şoförü Abdülkerim Kıl (arkadaşları Kerim diyormuş) adlı dünya efendisi arkadaşa küçük bir hediye olsun...