O gemi gecikti be Mecnun!
Mecnun bu oyunu bozup kendi oyununu kuracak mı? "O gemi" geldi mi? Gelecek mi? Sabırsızız. O gemi artık gelsin istiyoruz fakat Uruguay'a gitmek için değil, kalanların, İsmail Abi'nin yüzü gülsün diye!
Birkaç yıldır seyircisini yaratan ve artık ayrıştırma aşamasına gelen çevrimiçi platformlar, özellikle iki diziyi yeniden çekme noktasında kararlılık sergiledi. "Behzat Ç." ve "Leyla ile Mecnun"dan söz ediyorum. Pek başarı sağlayamayan "Behzat Ç.", BluTV'de uzun soluklu tasarlanmasına karşın gerek eski tadı vermemesi gerek anlaşmazlıklar neticesinde ilk sezonun ardından iptal edildi. "Leyla ile Mecnun" ise geçtiğimiz günlerde Exxen'de yayınlanmaya başladı. "Çevrimiçine ne de yakışır" dedirten iki dizinin kuşkusuz böyle bir kanaat uyandıracak ortak noktaları bulunuyordu. Örneğin her ikisinin de yaşam biçimlerinin sergilenişi bakımından sansürle derdi vardı. (Çevrimiçi platformlar sansürü delecek yanılsamasını pompalıyordu.) Her ikisi için de televizyondan kurtulsalar ne hoş olur, dertlerini daha rahat anlatırlar diye düşünülüyordu. (Platformlar kısa süreli bölümler ile öyküyü daha sade ve olgun başka bir deyişle "adrese teslim" vaat ediyordu.) Her ikisi de internetle haşır neşir olmuş genç kuşaklara sesleniyordu. (Platformlar yeni tüketici kitleye dönük genç bir anlatı dili tutturacağını söz vermişti.)
Tüm bunların ötesinde bahsi geçen diziler esasen bir kültürel geçiş döneminin, 2010'ların ürünüydüler. Televizyonun yenilgisi biçiminde ifade edebileceğimiz; ekranların akıllı telefonlar vasıtasıyla kişiselleştiği, toplumumuzun tüm dünya ile beraber "yeni şeyler" arzuladığı bir dönem... Bu yeni şeyler'in tam anlamıyla ne olduğunun bilinmeyişi, arzuya arayış vasfı kazandırırken geçiş'e de deneme fırsatı veriyordu. İşte ilk bakışta birbirine çok fazla benzemeyen iki dizinin ortaklaşmasını, hatta bir bölümlerinin birlikte çekilmesini bu duruma bağlayabiliriz. Ne var ki kestirme bir "iyilik güzellik paketi" halinde tahayyül edilen internete geçiş hamlesi dizilerin iç dinamiklerine uymayabiliyor. Evdeki hesabın çarşıdaki iflasına "Behzat Ç."de tanık olduk ve kısalan süre ile derdin daha iyi anlatılmasını bırakın bazı mevzular yarım yamalak kalırken bazı unsurlar gözden çıkarıldı, neticede Behzat'ı Behzat yapan özellikler boşa düştü. Bu başarısızlık, almak isteyene nice dersler barındırıyor ve ilk elden, meselenin yalnızca "kısa süre iyidir" ezberiyle çözülemeyeceğini gözler önüne seriyordu. Böylece taşın yerinde ağır olduğu bir matematiğe kapı aralayabiliriz. Yahut "uçurtma serbest kaldığında düşecektir" matematiğine (ve aslında fiziğine)... Şöyle denir ya hep: "Uçurtmayı uçuran rüzgâr değil, rüzgâra direnmesidir!" Çok severiz bu örneği, böbürlenerek kullanırız. Sanki uçan bizizdir. Yine de soyutlama yeteneğimizi unutup sözü geçersiz kıldığımız olur. Oysa "Behzat Ç." ve "Leyla ile Mecnun" dizilerini sevdiren şey depresyon hırkası giymiş gence öğüt veren ak sakallı dede yahut küfür eden, kahve kupasında votka içen komiser gibi televizyonda sık rastlanmayan karakterler işlemeleri ve cesur sayılabilecek anlatım biçimlerine yönelmeleridir. Dolayısıyla "tam platformluk" denen işler bir dönem televizyonda etkili olabilirken bit pazarına nur yağdırılınca pişmanlığa dönüşebiliyorlar. Acun Ilıcalı bu riski alıyor. Ancak Ilıcalı'nın kanal yönetiminin gelişine vurduğu, "tutan işlerden bir demet"* ilerlediği de anlaşılıyor. Dolayısıyla Leyla ile Mecnun'a "bir şans daha" vermesi şaşırtmadı; hatta iktidarla bu kadar sıkı fıkı olan, dahası milletin değerlerine (muhafazakar hezeyanlarına) bağlı bir portre çizen medya patronunun içeriğe katı bir müdahalede bulunacağını, otosansür sopası kaldıracağını sanmıyorum. Malum, ticaret ile siyaset işlerini birbirinden ayıranlar yürütüyor gemisini.
Diğer yandan ise asıl riskin dizinin yaratıcıları tarafından alındığını söyleyebiliriz. Hatırlanacağı gibi "Leyla ile Mecnun", uzun süre Gezi direnişine destek vermek gibi ideolojik tercihlerden ötürü "final yapamayan dizi" olarak gündemde kalmış, final nihayet yeni bir diziyle (Ben de Özledim) yapılabilmişti. Üstelik bu final, seyirciyi ters köşe yaparken kederli bir öykü ifşa ederek burukluğa yol açmıştı. Şimdi bunun üzerine yeni sözler söylemek, yeni şarkıların dinlendiği yeni bir dönemde nakaratı (artık nakarat haline geleni, yalnız nakaratı ile hatırlananı) tekrarlamanın ötesinde seyircinin gönlünü yapmayı, o kederli öyküyü akıllardan silmeyi de şart koşuyor. Burak Aksak ve Onur Ünlü'nün ekibi belli ki buna girişiyor.
GEÇİŞ DÖNEMİNDEN GERİYE KALAN YA DA SEL GİTTİ 'URUGUAY' KALDI
Türkiye’de 90'lar, bilhassa ikincisi yarısı ile art arda kırılmaların yaşandığı hızlı bir dönemdir. Susurluk kazası, 28 Şubat, iki krizi birleştirerek ifade edersek "Anayasarkasa krizi" ve son koalisyon hükümetinin de çatlaması... Devamında tek parti eziyeti, hepimiz yaşadık, biliyoruz. 90'lar, eğlence dünyasında kendi karşılığını bulurken Ak Parti iktidarının orta sertlik dönemi de 2010'larda başladı diyebiliriz, o tarihlere değin henüz basın yayın sektöründe kayda değer bir çökme operasyonu yaşanmadığından eğlence dünyası da büyük ölçüde 90'ların izini taşıyordu. 2010'lar ise ekonominin nispeten iyi olduğu; garajlara arabaların, ceplere telefonların girdiği, ince ekran tv'lerin salonlara dizilip dantellerin yerini ses sistemlerine bıraktığı ancak öte yandan siyasette baskı rüzgârlarının da inceden esmeye başladığı bir dönemdi.
Eski alışkanlıklar yavaş yavaş terk ediliyor, gençlere -daha genel bir ifadeyle- genç bir kullanıcı kitlesine seslenen yeni bir dilin ortaya çıkışı kültürel dönüşüm ile kesişiyordu. Aslında tam da bu süreçte bir devlet kanalında direniş sergilenmesi sürpriz sayılmaz; zira o direnişin aynı ölçüde iktidarın dümen suyuna gittiği ve bu yüzden televizyonda "alternatif bir iş" şeklinde nam saldığı söylenebilir. Gezi'de zirvesine çıkacak alaycı (ve elbette ayrıştırıcı) üslubun sigarayı sakız, şarabı üzüm, tekilayı erikte imlediği, topun göğüste yumuşatıldığı bir direniş biçimi ya da "eğlencelerde çare tükenmez" demokrasisinin bir çeşit bacadan komando indirme hamlesi... Sonrası? Sonrası tufan! Sel, önüne ne geçse katıp götürdü ve geriye yalnız "Uruguay söylemi" kaldı. Gezi'de duvarlara yazılan, mevcut siyasi tıkanıklığa isyanı ifade eden "Çare Drogba" sloganı yerini "Çare Uruguay"a bıraktı. 2014 yerel seçimleriyle tetiklenen ve tekrar seçimle amacına ulaşan demokratik yolların çıkmazla özdeşleştirilmesi sonucu sokaklar terk edildi ve "bir şehir efsanesi olarak" Gezi isyanının tetikleyicileri (diğer deyişle AKP yükseliş dönemi kanı bitli orta sınıf üyeleri) sosyal medyaya yani bir bakıma güvenli limanlarına çekildiler. Kimilerine göre zaten layık oldukları yer orası olabilir, bir kuytu köşede aşırı duygusallık ile politik doğruculuk arasında "git gel Kadıköy bir saat (trafik varsa hepten yandık)" yaşayabilirler fakat "Leyla ile Mecnun"u bir ölçüde onların var ettiğini unutmamak gerekiyor. Yahut şöyle diyebiliriz: Çare Drogba ve "Leyla İle Mecnun" aynı ideolojik yatakta akıyordu.
Nedir ki yıllar geçtikçe kısmen politik itiraz sayabileceğimiz "Çare Uruguay" dahi cazibesini yitirdi ve haletiruhiyemize bir vazgeçmişlik, bıkkınlık egemen oldu. Aslında bu değişimi yayınlandığı dönem "Leyla ile Mecnun çakması" biçiminde anılan "Tutunamayanlar"da gözlemledik. Yine absürt bir "samimi kenar mahalle anlatısı" olan "Tutunamayanlar"ın baş kahramanı Tarık, Mecnun'un aksine tamamen tükenmiş bir tipti ve Mecnun'dan esas farkı belli başlı bir hedefinin, programının bulunmamasıydı (Mecnun hedeflerini hedefsizliğinde, programını kendi karmaşasında ifade edebiliyordu). Tarık ise her ne kadar aşık olduğu İrem'in peşinden gidip sevgiyi, içtenliği (dönemin kültürel atmosferine uygun bir biçimde manevi değerleri) arasa da hiçbir çıkış yolu göstermiyordu. Bu çıkışsızlığa, bu yorgunluğa "Leyla ile Mecnun"un yeni formatında rastlayacak mıyız bilinmez ama köprünün altından çok sular aktığını belirtelim. Şimdi bu sulara ve biriken malzemeye kısaca değinmek isabet olacak.
BENİM ADIM MECNUN, BEN BU OYUNU KURARIM!
Dizinin ilk Exxen bölümü yayınlandı. Sekiz senelik araya vurgu yapılan ve efsane kadronun oyuna dahil edilme çabasıyla geçilen bu ilk bölümde esprilerin hemen hemen aynı çerçevede olduğunu görüyoruz: Dünyada en az doktora benzeyen doktorumuz, ilgisiz baba İskender, en ufak bir eleştiri karşısında seceresini döken İsmail Abi ve elbette her daim Leyla'sını arayan Mecnun... Değişimler de var. Örneğin eşinin yasını tutan Erdal Bakkal huy değiştirmiş, paraya pula önem vermiyor, mezarlıkta yatıp kalkıyor. Buna karşın Hırsız Yavuz gizemli bir biçimde yükselip büyük bir servete kavuşmuş. Kaan deseniz büyümüş de Youtuber olmuş. Mahalleli mahalleden göç etmiş ve samimi mahalle ütopyasının konduğu tabuta son çiviyi İskender çakmak hevesinde... İlk sezonların gözde mekanlarından Mecnun'un bahçeli-hoş manzaralı evi satılığa çıkıyor, üstelik talip olanlar yeni Leyla ile nişanlısı! Mecnun durur mu? Bu oyunu o kurmaz mı? Kolları sıvayıp çeteyi toplamaya koyuluyor. Peki, işi kolay mı? Sekiz yıl geçmiş ya boş geçmemiş! Hasarlar vermiş, yaralar açmış. İyi bozulmuş, kötü daha kötüye gitmiş. Yıllar evvel tolere edilebilen şeyler göze batar olmuş. Diziler 90 dakikadan 150 dakikaya çıkmış, çiçekçi teyzemiz mağdur edebiyatı yaparak zenginlemiş, Kaan Mecnun ve İsmail'i "boomer" diyerek aşağılıyor, Kireçburnu sahiline günümüz ceberrut atmosferini yaşatacak türden bir "bağırarak konuşulmaz" tabelası dikilmiş, başına da zabıtalar. Metonya toprakları turistik yağmaya açılmış. Ortalık toz duman anlayacağınız!
Fakat tam da bu kaosa uygun biçimde yeni Leyla'nın, düşlerde kurtarılmayı beklerken evliliğe giden yaşamında, her şeyden habersiz, mutlu bir görüntü sergilemesi günümüz çıkmazlarını da çağrıştırıyor. Kurtarıcı bekleyen ancak umut ışığı belirdiğinde yüz çeviren, "toksik, boomer" vb. söylemlerle kendinden başka herkesi aşağılayan, tık uğruna sevdiğinin canını tehlikeye atacak şakalara kalkışan bir bireycilik ve hemen her yaşta rastlanan kör bir çaresizlik... Mecnun bu oyunu bozup kendi oyununu kuracak mı? "O gemi" geldi mi? Gelecek mi? Sabırsızız... Çay içenden "gerçekten" zarar gelmediği bir topluma hasretiz, türkü söyleyen insanların yanına çekinmeksizin oturabileceğimiz günlere ve yine cebimizde telefon olup olmadığının sorulmayacağı işlek sokaklarda dolaşmaya... Gülmeye, eğlenmeye hasretiz. O gemi artık gelsin istiyoruz fakat Uruguay'a gitmek için değil, kalanlar'ın yüzü gülsün diye, İsmail Abi'nin yüzü gülsün diye!
*Mizahımızın usta ismi Ferhan Şensoy'u yitirdik. Birçok vasfının yanı sıra dil cambazlığının da meşhur olduğunu söylemeye gerek yok. Mesela "Mersilerden bir demet" selamlayışı da onun ağzına yakışıyor, onun ağzından döküldüğünde anlam kazanıyordu. Varsayalım İsmail dizisiyle 80'ler televizyonunda absürt mizah örneği veren, öncülük eden Şensoy'a, Leyla ile Mecnun ve yanı sıra nice yapımın çok şey borçlu olduğunu düşünüyorum. Yayında ve yapımda "var sayanlar", absürt üreten, yorumlayan, eleştirenler olarak cümleten belki de onun paltosundan çıkmış, kavuğundan düşmüşüzdür! Pardon yani!