Bu yazının yazıldığı 11 Ekim günü, sosyal medyayı AKP’nin eski vekili Muhsin Kızılkaya meşgul ediyordu. #MuhsinKızılkayaHaddiniBil etiketinin altına binlerce kişi tepki mesajları yazdı. Tepkinin sebebi, Kızılkaya’nın bir gün önce Habertürk TV’de katıldığı bir programda sarf ettiği sözlerdi. Kızılkaya, bölgedeki çatışmalarda hayatını kaybeden askerlerle ilgili olarak emekli Tümgeneral Ahmet Yavuz’un “Şunu unutmayın o insanlar hayatlarını veriyorlar” sözleri üzerine, “O ayrı bir şey. Zaten işi o, maaş alıyor. O insanların görevi hayatını vermek ve onun için maaş alıyor. Ekstra bana bir iyilik yapmıyor” demişti. Protesto edilen de esasen bu sözlerdi.
Ancak sosyal medyada alışıldığı üzere, “sağcılar ve solcular”, “dinciler ve laikler”, “Türkler ve Kürtler” gibi majör ayrımların kamplaştığı bir ‘kampanya’ olmadı bu. Neredeyse herkes, ya bizzat bu sözlere tepki göstererek ya da Muhsin Kızılkaya’nın yakın geçmişteki “siyasal değişimi”ne binaen “ibret olsun” diye özetlenebilecek bir tutumu benimseyerek onu protesto ediyordu. Hani deyim yerindeyse, Kızılkaya’nın “kimi kimsesi yoktu”…
Zaten Muhsin Kızılkaya da gün içinde bir “özür” açıklaması yayınladı.
Oysa bir süredir, iktidar cenahından kimselerin özür dilemesine pek alışık değiliz. Türkiye’yi yönetenlerde, özellikle son 3 yıldır, herhangi bir geri adımı, özrü, neredeyse sonu iktidarın kaybedilmesine varacak bir gaflet olarak görme eğilimi hakim. Bu yüzden, en büyük gaflardan, en ağır hakaretlerden sonra bile pek özür dilediklerine tanık olunmuyor. En fazla tweet siliyorlar.
7 Haziran’da AKP’den milletvekili seçilen, 1 Kasım’da aday gösterilmeyen ama 2016’nın başında Başbakanlık Danışmanlığı görevine getirilen Muhsin Kızılkaya da “iktidar cenahından” bir isim. Buna rağmen özür diliyorsa, AKP içindeki artık herkesin malumu olan sistem çalışmış ve ona bu “gerekliliği” bildirmiş olmalı.
Muhsin Kızılkaya’nın başına gelen bu “kıssa”, bize en az iki “hisse” veriyor.
Birincisi şu…
Muhsin Kızılkaya, Mehmed Uzun gibi, modern Kürtçenin en önemli yazarlarından birini Türkçeye çevirmesiyle tanınan bir Kürt gazeteciyken, bir koşulsuz iktidar savunucusu haline geldi. Savunduğu iktidar, evet, “çözüm süreci”ni de başlatan iktidardı ve kendisini de “akil insan” olarak taltif etmişti. Ama bindirilmiş kalabalıklara Kuran sallanıp “Kürtçe Kuran yaptık, artık Kürt sorunu yoktur” denirken de, “bunlaar Zerdüşt” denirken de bir otomat gibi “savunmaya” devam etmişti. Şimdi, kendi verdiği “koşulsuz desteğin”, kendisine yönelik bir “koşulsuz sahiplenme” olmadığını; işler yolundayken suyuna gidebildiği “milli-İslamcılık” nezdinde de bir itibarının bulunmadığını anlamış olmalı. Bu itibarsızlık, AKP içinde özellikle “güç” denklemi aracılığıyla oluşmuş “devşirme” popülasyonun önemli bir bölümü için geçerli.
İkinci hisse, o cenahta 7 Haziran’dan sonra meydana gelen ve (bu “gafı” yapmasından anladığımız kadarıyla) Muhsin Kızılkaya’nın yeterince idrak edemediği ‘değişim’dir. O cenahta bütün statükolar ve dolayısıyla da bütün değişimler “Reis” tarafından kurulup bozulur. Ve 7 Haziran’daki sandık yenilgisinden sonra, cenahın, Kürt sorunu ve onunla bağlantılı “şehit, çatışma, askerlik” gibi kavramlar karşısındaki pozisyonu, Erdoğan’ın neredeyse tek bir işaretiyle 180 derece değişmiştir. Yani Kızılkaya fikri ve vicdani hürriyetle davranabilse, kendisiyle aşağı yukarı aynı durumdaki bir anda “Askerlik yan gelip yatma yeri değildir” diyen Erdoğan’ın neden özür dilemediğini –hiç değilse kendi kendine– sorardı. Yahut Erdoğan’ın 4 Nisan 2013’te söylediği ve kendisine ait resmi Twitter hesabından da paylaşılan şu sözlerle bugünkü durum arasındaki asimetriyi görürdü: “Her yıl belli sayıda şehit vermeyi, büyük bedeller ödemeyi sineye çeken, kabullenen bir anlayış, ne insanidir ne de vicdanidir.”
Ama işte bu kıssadan çıkan ikinci hisse de zaten bu asimetriyi yaratacak şekilde yaşanan ‘değişim’dir. Artık, “çözüm” ve “akillik” değil “bölücü terörle savaş” ve “milliyetçi cengaverlik” zamanıdır. İktidar, Kızılkaya’nın iltihak ettiği günlerdeki iktidarın aynısıdır belki ama söylemi de eylemi de artık o günlerdeki gibi değildir. O yüzden ya “yeni konsepti” tam anlayarak ve falsosuz biat-destek gösterilecek ya da…
“Ya da”sı yok işte. 2013’te faydalı, işlevli olan biri 2016’da gereksiz ve maliyetli hale gelmişse, kara ceketin omzundan bir parmak fiskesiyle atılan kepek gibi atılır dışarı.