Bahçeli’nin ‘tavşan atlet’ olarak katıldığı seçime kaçış koşusu, aynı zamanda Meşrutiyet’ten bu yana eşi olmayan bir seçimden kaçış hamlesi olarak başladı. “AKP-MHP” iktidar bloğu, ekonomik, siyasal ve toplumsal krizin giderek derinleşen belirtilerinin ortasında, geçirdikleri her bir günün aleyhlerine işleyeceği ve bu işleyişi geriye çevirmenin pratik yollarının kalmadığını ne denli kaygı verici şekilde idrak etmiş olmalı ki, inandırıcı bir dramaturjiye bile gerek duymaksızın, “vallahi zamanında yapılacak seçimler” noktasından, neredeyse 48 saat içinde, “imkan olsa bugün yaparız” noktasına geliverdiler. Bir erken ve/veya baskın seçim, en başından beri iktidar blokunun seçenekleri arasında yer almış olmalı. Ancak geçtiğimiz hafta bir yıldırım harekatı gibi gerçekleştirdikleri erken seçim mizanseni, hayallerindeki gibi olmasa gerek. Nitekim bu “seçim tarihini öne alma” işindeki telaşlı acelecilik, sadece muhalefetin değil, kendi potansiyel oy havuzlarını oluşturan kesimlerin de gözünden kaçırılamayacak kadar ayan beyan ortada.
Bu baskın seçimin halkla ilişkiler kısmına çalışacak vakit kalmamıştı; ama yıllardır iktidarın en önemli propagandisti olarak görev yapan bir kısım araştırma şirketçisi ve ‘resmi gazeteci’, zaten sen-ben-bizim oğlan şeklinde endam ettikleri TV kanallarından, hemen o gece vazifeye soyundular. Vaaz ettikleri şey şuydu: “Bu baskın seçim, muhalefeti çok hazırlıksız yakalamış stratejik bir hamledir, etik olarak meşrudur, siyasal olarak çok başarılıdır ve zaferi şimdiden garanti altına almıştır…”
Gazetelere en çok basılan, TV’lere en çok çıkarılan ‘araştırmacı’ların iktidarın seçim kampanyasının doğrudan aparatı haline geldikleri; ‘eğilim ölçme’ işinin aslında çok uzun zamandır bir ‘eğilim dayatma’ işine dönüştüğü 7 Haziran ve 16 Nisan’da apaçık ortaya çıkmıştı. Ama kitle iletişiminin bu kanserli çağında, deneyimin öğreticiliğine karşı tekrarın alıklaştırıcılığını kullanarak boca edilen, “seçim işi şimdiden bitti” zehri, TV ekranlarından sosyal medyaya doğru, bir kara safra gibi sızdı. Maalesef, toplumsal muhalefetin zihinsel performansında halen hatırı sayılır bir etkisi olan orta sınıflar için bu kara safra, tam da Hipokrat’ın teşhis ettiği türden bir melankoliye yol açıyor.
Oysa bir süredir hemen herkes tarafından tespit edilen ve bu ‘baskın seçim’ kaçamağının da temel nedeni olan ekonomik-siyasal-toplumsal kriz, iktidar için önemli bir oy deposu olagelen alt sınıflarda etkili oluyor esasen. ‘Kömür-makarna’ diye karikatürize edilen, iktidar için en kolay lokma olarak görülen bu kesimler ise, ‘kömüre-makarnaya’ değilse bile, laf salatasına karşı üst sınıflara oranla daha fazla bağışıklığa sahip. ‘Bilinç’, toplumsal gerçeği kavramada etkili bir araç olabilir; ama gerçekliği, bir bakıma toplumun varlığını belirleyen şey bilinç (düzeyi) değildir. Aksine, bilinci belirleyen şey, toplumsal gerçekliğin –şimdiki durumda içinde bulunduğumuz o krizin– kendisidir.
Yakın geleceğin hayli karanlık göründüğü; iktidar blokunun yüzde 60’ın üzerinde oy aldığı seçimlerden (1 Kasım 2015) sadece 2.5 yıl sonra yeniden seçime gitmek zorunda kaldığı; üstelik buna, Afrin şahlanışları, teşvik üstüne teşvik teşvikleri gibi takviye gıdalara rağmen mecbur olduğu; dahası artık, sandık, seçim, plebisit vs. de dahil olmak üzere her türlü ‘olağanüstü hal’ olmaksızın yönetemez hale geldiği koşullarda ‘toplumsal bilinç’ CNN Türk ya da A Haber stüdyolarından oluşturulamaz. Bu sürekli kriz ve sürekli olağanüstü hal, toplumun hemen hemen tüm kesimleri tarafından geri dönüşsüz olarak idrak edilmiştir. Toplumun ortak ve nesnel bir varlığı olarak toplumsal bilinç; ülkeyi yöneten iktidar bloku için, kriz halinin kaçınılmaz ve olağanüstülüğün vazgeçilmez olduğu bilgisine sahiptir. Ve o bilgi, havaya karışan bir gaz gibi şu fısıltıyı dolaştırmaktadır: Bu seçimi kazansalar bile toplumdaki gerilim, kriz, olağanüstülük devam edecek.
İktidarın, tüm olağanüstü yetki silahlarını kullandığı/kullanacağı bir ‘baskın seçim’ yoluna giderek, kendi krizini, varsayılan ve yine kendi tanımladığı bir muhalefetin krizi olarak göstermeye çalışması da bundandır. ‘Muhalefetin daha bir adayı bile yok’ karamsarlığı, 60 küsur gün sonraki seçim için reel bir sorun olabilir. Ama “17 Nisan’dan itibaren her şey çok güzel olacak, memleket uçacak” diyegelmiş bir iktidarın “çok kötü şeyler olabilir bir an önce seçim yapalım” diyerek ortaya bir tür şantaj sandığı koymasından doğan kalıcı endişeyi ortadan kaldırmaz.
Tabanda, toplumla ilişkilerde, bir yandan giderek artan ekonomik zorlukların, diğer yandan ‘FETÖ’ mağduriyetleri ve çifte standartlarının, “Reis’in hakemliğine rağmen belediye başkanı yuhalamaya” varan öfkenin gösterdiği “Ak Parti eliti” rahatsızlığının izahıyla uğraşan teşkilat elbette yorgun ve yıpranmıştır. Erken, en erken seçim, hasarlı bir ralli aracının servis alanına çekilmesi gibi, teşkilatın bu kriz ve olağanüstü hal türbülansından biraz olsun çıkmasını sağlayacak bir yol olarak da işlevli bulunmuştur belki. Ama –özellikle de bu son telaşlı acelecilik sayesinde– yine bir ‘toplumsal bilgi’ haline gelmektedir ki; seçim bugünkü iktidar için bir yarış değil, hem hegemonya hatırlatması hem de ekonomik-sosyal hareketlilik yaratmak için kullanılan bir enstrümandır. Ve artık kaçınılmaz olarak, seçimleri bile olağanüstüdür, bir krizin ürünüdür…
* * *
AKP, 12 Eylül darbesiyle başlayan neoliberal ekonomik inşanın, 1994 ve 2001’de iki büyük zirve yapan ama bu ikisinin arasındaki dönemde de devam eden krizlerinin yol açtığı hasarlara karşı ‘güçlü hükümet’ arayan kitlelerin oy desteğini almıştı. Bunlar, gerçekte yapısal bir sorun olan ekonomik çözümsüzlükler ile burjuva fraksiyonların istikrarsız koalisyonları arasında neden sonuç ilişkisi görüyordu. Sonradan AKP ve liderinin de kendisinden önceki döneme ilişkin bir ‘mit’ olarak anlatıp durmayı çok seveceği, ters yüz edilmiş bir gerçeklikti bu: Buna göre, sistemin, aşağıda yoksulluk, enflasyon, işsizlik olarak zuhur eden siyasal ve ekonomik krizinin nedeni koalisyon hükümetleriydi…
Oysa merkez siyasetteki –burjuva fraksiyonlardaki– parçalı yapı, aslında sorunların nedeni değil, dolaysız bir sonucuydu. Tam da o koalisyonların sonuncusu sırasında alınan ‘yapısal reform’ önlemleri tedrici bir ‘iyileşme’ sağlayacakken, bu iyileşmeyi sağlayacak acı ilacı topluma dayatan koalisyonun ortancası Bahçeli, tuhaf bir şekilde, kendi partisinin de eriyip gideceği bir erken seçim önerdi de, AKP, o çarpıtılmış neden-sonuç algısının ve yine 12 Eylül seçim sisteminin muazzam matematik yardımının ittirmesiyle tek başına iktidar oldu. (Oyların üçte birine karşılık meclisin üçte ikisi...)
Kuşkusuz bunda büyük payı olan bir başka faktör, 12 Eylül’ün, sadece politik varlığı ve eylemiyle değil, bir mefhum olarak da yok etmeye yöneldiği işçi sınıfına bir ‘yeni kimlik’ olarak giydirdiği muhafazakarlık idi. Askerler, bürokratlar ve patronların el ele kol kola vererek topluma dayattığı Türk-İslamcı muhafazakarlık; otantik 12 Eylül rejiminin çöküşü ve AKP eliyle yeni bir sürüme yükseltilmesi sırasında yaşanan gerilimlerde, ‘hor görülmüş muhafazakar garibanlar’ olarak yeniden tesis edildi. Emekçileri, ‘azgın azınlığa karşı sessiz çoğunluk’ gibi soyut ve anlamsız bir kategoriye hapseden, kendisini de bu sessiz çoğunluğun sesi olarak tarif eden yeni sağcılık, topluma bakıştaki bu çarpıklığıyla 12 Eylül’ün tam bir devamıydı.
Bugün AKP hegemonyasının tesisinde en önemli unsur olarak görülen/gösterilen “milletin desteği”; ezilen emekçiler olmak değil de hor görülen muhafazakâr garibanlar olmak dayatılmış işçi, köylü, memur, küçük esnaf vs.’nin gasp edilmiş direncidir bir bakıma. O direnci, kendi çıplak çıkarının aleyhine olacak şekilde, bir egemen iktidarın enstrümanına dönüştüren şey, emekçi sınıfın muhafazakâr garibanlara mutasyonu idi. Siyasal ve toplumsal sonuçları giderek ağırlaşan bu mutasyondan kurtulmak, öncelikle topluma bakışta o sınıf perspektifine geri dönmekle mümkün olacak.
Bugün kendi krizini ve olağanüstülüğe bağımlılığını baskın seçim yoluyla toplumun sırtına yıkmaya çalışan iktidara karşı; artık onun hegemonik etkisini yenilemesinin bir aracına dönüşmüş seçimlere dönük taktik-stratejilerden ve bunların getirdiği yığınla yenilgiden ibaret bir didişmenin etkili olmadığı çok açık. Hazineler kaybedildikleri yerde aranır. Bugünkü ekonomik-siyasal-toplumsal krizin nedeni, 12 Eylül’den bu yana gelen neoliberal ekonomik dönüşümler ve onun yarattığı siyasal sistemse, tam da bunun karşısında bir dile, ülkeyi bu neoliberal felaketin elinden kurtarıp yeniden kuracak bir cürete sahip olmak gerekmez mi?
Seçimi kaybetmek, şimdikinden daha zor koşullarla bir süre daha baş başa kalmak anlamına gelecek elbet; ama yenilgiyi baştan kabullenmese de, dünyanın sonu olarak da görmeyerek 24 Haziran ufkunu aşan, bu kriz ve olağanüstülüğe karşı kendi olağanüstü halini arayan bir çıkış aranabilir mi?
Shakespeare’in ünlü destanında iki aşık zamanın nasıl geçtiğini anlamazken sonunda durumu fark eden Jüliet telaşlanır: “Romeo, çok geç oldu, artık git.” Ama Romeo, sökmekte olan şafağa bakarak şu ölümsüz sözleri söyler: “Vakit o kadar geç ki artık erken bile sayılabilir.”
Geceyle gündüzün, karanlık ve aydınlığın, ‘erken’ ve ‘geç’in, velhasıl tüm zıtlıkların nasıl iç içe geçtiğini gösteren müthiş bir soyutlamadır bu. Romeo’nun sözlerini o romantik balkondan alıp, bizim boğucu gündemimize taşımak tatsız olabilir belki; ama şimdi kendi krizlerinin içinden önümüze diktikleri bu en erken seçim için o sözü ters yüz ederek söylemek mümkün değil mi: ‘O kadar erken ki geç bile sayılabilir!’