Bir arkadaşımıza kanser teşhisi konmuştu. Kırklı yaşlarındaydık ve bu haber hepimizi dağıtmıştı. Sonrasında testler, tahliller yapıldı ve teşhisin yanlış olduğu ortaya çıktı. Biz derin bir nefes almıştık ama arkadaşımız hiç de öyle sevinmiş gibi durmuyordu. Psikolojiyle haşır neşir bir arkadaşımız şöyle yorumlamıştı durumu: “Evet ölmeyeceğine sevindi ama ölümlü olduğunu fark etti. Kendine gelmesi zaman alır.”
Ölümlü olduğunu bilen tek canlı insanmış. Diğer canlılar yiyip, içip, üreyip hayatta kalmak için dövüşüp, arada uyuyup sonra avlanırken bir gün öleceğiz diye düşünmüyorlarmış. Sadece tehlike anında içgüdüsel olarak hayatta kalmaya çalışıyorlarmış. Ama biz “insan doğar, büyür, ölür” gerçeği ile yaşamak zorundaymışız. Daha da acısı insan doğarken ölebilir, doğar büyümeden ölebilir, yaşlanamadan ölür, insan insanı öldürür… Ölüm her an her yerden gelebilir ve biz bunu biliyoruz.
Muhtemelen çoğumuz ciddi bir hastalık geçirmedikçe ya da ölüm bizi en yakınımızla vurmadıkça pek de ölecekmiş gibi yaşamıyoruz. “Sıra bize gelene kadar ohooo” diyoruz, “daha önümde uzun yıllar var” diyoruz, “Allah sıralı ölüm versin” diyoruz yaşayıp gidiyoruz.
Ama ölümden daha acı bir gerçeği her gün bir şekilde deneyimleyerek, hissederek, bazen bir tür motivasyona dönüştürerek bazen dibe vurmanın kısa yolu olarak işaretleyip yaşıyoruz: Hayat sonlu ve hayatta her şeyin bir sonu var. Uzayın sonsuzluğunu mental olarak kavrayabilen birkaç dahi dışında hepimiz zaten mekânsal bir sonluluğun içinde yaşıyoruz: Üstümüzde atmosfer altımızda toprak var. Dört duvar ve illaki bir çatı altındayız. İlkokulda bize modern matematik öğreten Gönül hanım “çocuklar uzayın sonsuzluğunu düşünmeyin delirirsiniz” demişti. Uzayın sonsuzluğunu kavrayacak kapasite olanlar zaten delirmişti sanırım ve biz de konuya fazla kafa yormamıştık.
Ama işte çiçekler soluyor, ağaçlar yaprak döküyor, mama verdiğimiz sokak hayvanını bir daha göremiyoruz, yaşlılar ölüyor. Çocukluk bitiyor, arkadaşlıklar kesintiye uğruyor, öğrencilik bir yerde sona eriyor, başka mahallelere, başka şehirlere taşınılıyor, anne babalar boşanıyor, aşıklar ayrılıyor, hayatın sonluluğu bize kendini her fırsatta hatırlatıyor. Gün bitiyor, yıl bitiyor, bize ayrılan sürenin sonuna geliyoruz.
Yani aslında uzayın sonsuzluğunu değil de yaşamın sonluluğunu düşünmek delirtebilir insanı.
Ya da sonsuz bir kedere mahkum edebilir.
Biraz daha süt içeyim de büyüyeyim diye çabalamamızın aslında bizi hızla çocukluktan uzaklaştırdığının yıllar sonra farkına varmak kederlidir. Bir daha asla fotoğraflardaki kadar genç olamayacağımızı, yollarımızı ayırdığımız dostlarımızla o büyük sofralardaki içtenliği bir daha yakalayamayacağımızı, yeniden öyle aşk için kendimizi koyvermeyeceğimizi, ideal insan, örgüt, devrim, hayat gibi şeylere eskisi gibi tutunamayacağımızı hissetmek kederlidir.
Her şey geride kalır… Yaşamak sanki bir yolda sürekli ilerlemek ama aslında sona, sonlara doğru yürümektir. Bizi neyin beklediğini bilemeyiz ama bir şeylerin sonunun beklediğini biliriz.
Keder bu sonluluğun yasıdır belki de. Sonun kaçınılmaz olduğunu bilmenin, kabullenmenin ama insanız işte acısını da çekeceğiz demenin tarifidir. Gün batımına hayran olurken o kızıllıkta günün bitişini ince bir sızı olarak hissetmektir. En mutlu olduğumuz anda yitirdiklerimizin de orada olmasını çaresizce istemenin acısıdır. “Aaa dur bunu onunla paylaşayım” deyip elimizin boşluğa gitmesidir.
Yani keder, hayatın bize dayattığı sonluluğu kabullenmenin ve onunla yaşamaya alışmanın bir yoludur. İçseldir, bireyseldir, dozu güne ve ana göre değişebilir ve tabii ki o da sonlu olabilir. Üstelik yaşamın o döngüsünü kavramak bize bambaşka bir ufuk da açabilir, yeni dostluklar, yeni uğraşlar, yeni aşklar, rutinimizin dışında yeni fırsatlar belirebilir o ufukta. Şükrü Erbaş Ömür Hanımla Güz Konuşmaları’nda o döngüyü şöyle tarif etmiş: "Her şeyi iyi yanından görmeyi kim öğretti bize? Acıyı görmeyen insan, umutsuzluğu yaşamayan, iliklerine dek kederin işleyip yaralamadığı bir insan, mutluluktan, umuttan, sevinçten ne anlar? Göğü görmeden, denizi görmeden maviyi anlamaya benzemez mi bu? Bir güz düşünün ki Ömür hanım, ilkyazı olmamış, yazı yaşanmamış, böyle bir güzün hüznü hüzün müdür? Başlamanın bir anlamı varsa bitişi göze almak, bitişin bir anlamı varsa başlangıcı olmak değil midir? Yaşamı düz bir çizgide tutmak tükenmektir. Yaşamak zorunda olduğumuz şunca yılı aykırı uçlar arasında gezdirip geçirmedikçe, alışkanlıkların sınırlarını aşmadıkça zaman zaman, yaşamak nasıl yenilik olur tükenmek değil de?”
Ama insanın bize dayattığı sonluluk karşısında hissettiğimiz keder değil öfke. Çünkü insanlar ve kurumlar adil değil ve bu adaletsizlik de yaptırımsız kalıyor. İş mahkemeleri işten atılanların lehine kararlar verseler de insanlar işlerine dönemiyorlar, kadın cinayetlerinin faillerini cezalandırmamak için her gün yeni bir yöntem icat ediliyor, ülkenin en yüksek mahkemesine terörist muamelesi yapılıyor, faillerin pekala bilindiği cinayet dosyaları adliyelerin depolarında tozlanıyor. İnsanlar haksız yere cezaevlerinde tutuluyor, tam bir davadan beraat edip kapıdan çıkmak üzereyken el çabukluğu ile bir başka davadan yeniden tutuklanıyorlar. Üzerine titrediğiniz çocuğunuz askerden bir tabut içinde dönüyor ve birileri askerliğin yan gelip yatma yeri olmadığını söylüyor size. Bir yasa ile işten atılıyorsunuz bir başka yasa ile evinizin bulunduğu bölge rezerv alan ilan edilebiliyor.
Öfkemiz öyle büyük ki, yalnızca kendimiz için değil, etrafımızda olan biten her şey için de öyle kızgınız ki, kederlenemiyoruz. Dünya daha adil olsun diye çabalıyoruz, birkaç adım atıyoruz, bazen çok yaklaştığımızı görüyoruz, ha gayret diyoruz, az kaldı, birileri el atsın da şu yokuşu aşalım… Ya yukardan bir müdahale, ya el atsın dediklerimizden beklediğimiz desteğin gelmemesi, bizi çoğu zaman başladığımız yere döndürüyor.
Öfkemiz öyle büyüyor ki kederlenemiyoruz, çünkü bunların hiçbirini kabullenemiyoruz.