O muhafazakâr aynaya bakıp biraz da kendi haline dertlensin...

Seçimde iktidar değişirse, yeni yönetim o endişeli nüfusu pazar günleri zorla kiliseye götürmez, rahat olsunlar. Kendilerine tavsiyem, zahmet buyurup geçsinler bir aynanın karşısına ve “Bizler nasıl insanlarız?” sorusunu yöneltsinler kendilerine. Üstelik bu soru her eve lazım, yalnızca onlara değil. Bakalım ne yanıt bulacaklar, o yanıtın altından nasıl kalkacaklar...

Murat Sevinç yazar@gazeteduvar.com.tr

Hafta sonu sosyal medya irfanı ve hoşgörüsüyle yüz yüze kalan köşe komşum Tuba Torun'a, geçmiş olsun dileğim ve sevgilerimle...

Sinirlendiğim için sanırım, 'endişeli muhafazakâr' konusunu bitiremiyorum. Bir önceki yazıda, eşim dostum akrabam olup namaz niyazındaki dindarlar dahil, ekmek parası peşinde koşan, kendi halinde, dürüst yaşam süren, iktidardan herhangi bir çıkarı olmayıp da iktidar değişikliğinden endişelenen bir muhafazakârla karşılaşmadığımı; endişe sahiplerinin parti çevresini saran 'dört-çeker' ve 'rezidans' ahalisi olduğunu savunmuştum. Ben de bolca haksız kazanç ve makam sahibi olsam endişelenirdim, endişe sahiplerini iyi anlıyorum. Bir kez daha, çıkarcıların ve hak hukuk tanımayanların endişelenmelerini, endişeden uykularının kaçmasını dilerim.

Bekir Ağırdır, yazı ve seyredebildiğim internet TV'si programlarında, AKP'den kopan, giderek kalabalıklaşan ancak henüz diğer partilere gitmeyen bir seçmen kitlesi olduğunu söylerken, genellikle 'kararsızlar' olarak bilinen bu grubun yerini, “gri alan” ifadesiyle adlandırıyor. Kafası karışmış, bazı sorunlar olduğunu gören, partisinden uzaklaşmış, buna mukabil henüz diğerlerine de güven duyamayanların bekleştiği bir alan bu. Muhalefetin ikna etmeye çalıştığı seçmen nüfusu. Kafası hiçbir biçimde karışmayan, kemikleşmiş seçmen ise geri kalanını oluşturuyor. Bir-iki haftadır sürdürdüğüm endişeli muhafazakâr eleştirisine konu ettiğim insanlar büyük ölçüde o katı seçmen grubuna dahil kuşkusuz. Görünen o ki ülkede ne yaşanırsa yaşansın kendiyle meşgul, çıtlata çıtlata oy verirken çoğu konuda olduğu gibi 'endişelenme' ve 'incinme' konusunda da ayrıcalıklı olduğunu düşünen, şaka maka buna kendisini inandırmış bir ahali mevcut memlekette.

Konuya ilişkin bugüne kadarki tüm yazılarımda, kenar mahalle muhafazakârlığının ömür boyu tanık olduğum bazı ayrıksı niteliklerini, genellemelerden olabildiğince kaçınarak anlatmaya çalıştım. Bu gözlemlerden biri, siyasete-siyasal eyleme ilişkin alışkanlıklarıydı. Geniş ve çoğu zaman birbiriyle bağdaşmaz bir düşünce yelpazesine dahil 'sol' çevrenin devlete, hükümete, genel olarak idareye ve muhalifliğe bakışıyla, muhafazakâr muhit arasında derin farklar vardır. Bir sol sendikal eyleme ya da parti mitingine, herhangi bir protestoya katılmış, tanık olmuş birini; örneğin Vatan Caddesi'ndeki 15 Temmuz yıldönümü anmasına götürürseniz, orada ne olup bittiğini anlamakta zorlanacaktır. Kuşkusuz birörnek olmayan muhafazakâr dünyanın haberdar olduğum kesimi, eylem yapan, hak arayan, yönetimi protesto eden bir kültüre sahip olmadı. 28 Şubat/Refah Partisi döneminde ve sonrasında bu konuda kıpırdanma vardı, özellikle türban protestoları vesilesiyle, ancak her şeye rağmen solun eylem pratiği ile söz konusu yurttaşınki karşılaştırılamaz. Unutmadan, o türban eylemleri AKP iktidara gelince sona erdi, oysa türban yasağı daha uzun yıllar sürdü.

Bu durumun gerekçeleri üzerine sabaha dek yazıp çizmek mümkün, şimdilik kısaca ve kabaca 'muhit kültürü' diyelim. Ya da yine genellemeden kaçınıp kendi dar çevreme döneyim: Bizim oralarda ve aile çevremde, şu yaşıma dek herhangi bir protesto eylemine katıldığını bildiğim bir kişi dahi tanımıyorum. Ben dahil 'bizler', “aman evladım olaylara karışmayın” telkiniyle büyüdük. Rahmetli annem, 40'lı yaşlarımdayken dahi beni ne zaman bilgisayarın başında görse telaşlanır, başımın derde gireceğini düşünür, yazmamı istemez; ben de ona, sade suya tirit bir herif olduğumu, zaten çok sert yazılar yazmadığımı ve memlekette bunca hızlı devrimci akademisyen varken benimle uğraşmaya gerek duymayacaklarını anlatıp moral vermeye çalışırdım. Diyeceğim, bizimkilerin eylem/protesto geleneğine uzaklığı bir vakaydı, ancak bu somut durum, pek çok konuda endişeleri olduğu gerçeğini de değiştirmiyordu tahmin edilemeyeceği gibi. Hal böyleyken, hak arama ve protesto geleneğinin/bilincinin zayıflığının, çoğu tepki ve davranışlarını belirlediği kanısındayım.

O muhitin, son yıllara dek 'devletle' karşı karşıya gelmesi çok nadirdir. Bana kalırsa on yıllar boyunca büyük maharetle 'sağcılaştırılmış' insanlardır. Oysa bir mütedeyyin sağcı olmak zorunda olmadığı gibi, dindarlığı hayli sol/eşitlikçi değerleri savunarak yaşayanlar, yorumlayanlar az değil. Çok partili yaşamda 'sol' partilerin üç-beş yıl dışında hükümet olamadığı da düşünülürse, zaten hemen her zaman 'oy verdiklerince' yönetildiler. Yine 'bizimkilere' geleyim; 1980 öncesi CHP seçmeni de vardı çevremde, ancak 80 sonrası istisnasız hepsi ANAP-DYP'ye oy verirken, küçük bir azınlık Millî Görüş geleneğine (asıl olarak Erbakan'a) sadakatini korudu. 2002'de artık büyük kısmı AKP'liydi. Haliyle, devletle karşı karşıya kalmalarına neden olacak bir durumla karşılaşmıyorlardı. Adına ister 'devlet' isterseniz 'hükümet' diyelim, onunla mücadele eden ve mağdur olan yurttaş kesimlerine her zaman mesafeliydiler ve hemen her zaman 'dayak atanın' safını tercih ettiler, ya da 'sığındılar' diyelim. 'Baş kaldırırsan', 'bozgunculuk yaparsan' layığını bulursun, hele ki Marksizm vs. için zaten deli olmak lazım!

Bu nedenle muhafazakârların, iktidar karşıtlarını çileden çıkaran gelişmelerle çoğu zaman pek ilgilenmeyişlerini anlayabiliyorum, hak vermiyorum, anlıyorum, insan dediğin öğrendiği kadar çünkü. Ancak, bu 'öğrenilen' tepkisizliğin ve doğal sonucu olan umursamaz halin, kaçınılmaz biçimde herkesi dert sahibi yapıp çürüten bir yanı var. Çürüme sürecine ilişkin örnek çok, Konya stadyumunda yuhalanan 'cenazeler', ölmüş bir çocuğun annesine söylenenler, bazı vakıf yurtlarındaki tecavüzlerin mahcubiyet duymaksızın görmezden gelinmesi, kör parmağım gözüne yolsuzlukların bal gibi hazmedilebilmesi vesaire...

15 Temmuz sonrası 'komşularıyla' yaşadıkları ise büyük bir kırılma, bana kalırsa kendi tarihlerinin en büyük ve sarsıcı şokudur. Hem uzun süre büyük kibirle 'devlet' olduğunu düşünen cemaat 'sempatizanları,' hem de onlarla hemhal 'diğer' muhafazakâr çevre için. Yüzbinlerce insanın yaşamı bir günde altüst oldu. 15 Temmuz ardından çıkarılmaya başlanan ve anayasaya aykırı olan KHK'lerle atılan on binlerce ismin, 'insan' olduğunu bir kez daha hatırlatmak ihtiyacı duyuyorum.

Neresinden baksanız akıl almaz bir hikâye bu. Öyle bir iş ki, tarafı olanı tüketmeme ihtimali yok. Siz bakmayın fazla bağırıp çağırdıklarına, seslerinin bu kadar yüksek sesle çıkıyor oluşunun nedeni, yaşadıkları ve yaşattıklarının ağırlığını taşıyamamaları. Muhafazakâr cenah, yıllarca en yakınlarında olan insanları bir günde terk etti, telefonlarını rehberden sildi, sokakta görünce yolunu değiştirdi, onları ihbar etti, eski komşularının ya da zamanında torpil istedikleri birilerinin çoluk çocuğunun sınır geçerken nehirde boğuluşunun haberini okudu gazetelerde, çocuklarının kendi çocuklarıyla aynı okula gitmesini reddetti. Vatan hainleri mezarlığı önerisine dahi sesini çıkaramadı. Dün dost olduklarına yaptılar bunları. Yıllarca hoca efendilerini övmekten helak olmuş siyasetçi ve bürokratlar ortalıkta fıldır fıldır dolaşırken, çetenin namlı isimleri yurt dışına kaçmışken, kamu kurumunda şoförlük yapan komşuları hain ilan edildi de kılı kıpırdamadı 'endişeli muhafazakârlar' muhitin. Tahayyül edilemeyecek ölçüde hayal kırıklığı ve öfke yaşandı o cenahta. Çocuklarını o okul ve dershanelere göndersinler, paralarını o bankaya yatırsınlar diye teşvik edilen sıradan insanlar, çocuğunu o okula gönderdiği ve parasını o bankaya yatırdığı için ezildi ve o bankanın açılışını yapanlar baş köşeye yerleştirildi. Böyle bir izansızlığın, sorumlularını ve muhatabını er geç tüketmemesi, seyredeni içten içe çürütmemesi mümkün değil.

Cemaatin okul görevlilerinden olduğu iddiasıyla yargılanan, cezası Yargıtay tarafından onanan Ayşe Özdoğan adlı bir kadın hükümlü gündemde bir süredir. Tedavi görüyormuş, hastalığı ilerlemiş, cezaevinde kalması mümkün değilmiş, ancak tutuklandı. Eşi de cezaevindeymiş ve sekiz yaşında bir çocukları varmış. Sayısız vahim insan öyküsünden yalnızca biri. Ve o endişeli muhafazakâr seyrediyor, kimi 'oh olsun' diyor böyle bir insanî felakete, manevi ve bedensel işkenceye. Yargılanmasına neden olan fiilleri her ne olursa olsun, kısa süre öncesine dek kendi muhitlerinin muteber insanı konumundaki birilerine reva görüyorlar bu davranışı.

Seçimde iktidar değişirse, yeni yönetim o endişeli nüfusu pazar günleri zorla kiliseye götürmez, rahat olsunlar. Kendilerine tavsiyem, zahmet buyurup geçsinler bir aynanın karşısına ve “Bizler nasıl insanlarız?” sorusunu yöneltsinler kendilerine. Üstelik bu soru her eve lazım, yalnızca onlara değil. Bakalım ne yanıt bulacaklar, o yanıtın altından nasıl kalkacaklar...

Kısa bir not: Yazıya Tuba Torun'a selamla başladım, onunla bitsin. Torun'un yaşadığı sosyal medya linci, gerekçesi, ölüm tehditlerine dek varan üslup ve çoğunluğun tepkisizliği (muhtemelen korkudan), aklı başında bilinen insanların dahi sanki sorun oymuş gibi, 'şehir merkezinde stadyum olur mu olmaz mı' tartışmasına girişmesi, ülkenin içinde bulunduğu durumun özeti. Felaket haldeyiz biz, felaket. Ayrıca, Tuba Torun CHP yönetiminde bir kadın avukat. Ve şu âna dek, o CHP'den bir Allah'ın kulu ağzını açıp da, rezil bir dille tehdit edilip gün boyu sövülen 'kadın üyesini' savunan tek cümle kuramadı. Tek cümle. Herhalde “cumhuriyeti demokrasiyle taçlandırma” telaşından olsa gerek, vakit bulamadılar. Ne diyeceğini bilemiyor insan.

İklim krizi notu: İklim aktivisti Greta Thunberg’in etkileyici konuşmasını dinleyip okumanızı öneririm. Açık Radyo sayfasından buraya bırakıyorum

Tüm yazılarını göster