Ülkemizin ender gözbebeği yüksek eğitim kurumlarından Boğaziçi Üniversitesi’ne kayyum atanınca ağızların tadı kaçtı doğrusu. Merhum peder de ‘50 RC mezunu olup, o binalarda (hazırlık+3) lise yıllarını geçirdiğine göre kişisel kuyruk acım da var denebilir hani. Hoş, pedere kalsa, okulunun kamulaştırılıp üniversiteye dönüştürülmesi de yanlıştı ama “ölenin ardından konuşulmaz” derler.
Oysa beş yıl olmuş Barış İçin Akademisyenler bildirisi yayımlanalı. Kavala’sından, Demirtaş’ına, HDP’li milletvekillerinden üyelerine cemi cümlesi içeri tıkılalı bilmem ne kadar sene, iki istisna dışında kim var kim yok HDP’nin kazandığı tüm il ve ilçe belediyelerine kayyım atanalı işte yine olmuş şu kadar sene. Yağmanın dibi yok, kaşıkla tencerenin dibi kazınıyor, orası ayrı. Olay TV’nin çanına bir ay geçmeden ot tıkandı, sair medyanın hali de, erişim engelleri de ortada.
Bitmedi, gün geçmiyor ki yöneticiler tarafından yukarıdan aşağı azar işitmeyelim, aşağılanmayalım. Ayasofya, Kariye camiye “döndürüldü”, kılıçla minbere çıkanlar görüldü. Tahir Elçi, Hrant Dink davalarının seyri ortada. IMC TV, Hayatın Sesi vardı, sahi ne olduydu onlara? Milletin vekili mecliste bir soru soruyor, bağırıyor iletişim şeysi “HDP’li şahıs beni PKK’ye hedef gösterdi” diye. Ve alsın mikrofonu, dilerseniz, o mutasavver mi, muhayyel mi “Demokrasi İttifakı’nın” güzide sözcülerinden Ağıralioğlu.
Yani uzatılabilir doğallıkla bu liste: Yüzümüze ağız dolusu tükürüldükçe, “ya rabbi buna da şükür” diyerek hamdediyoruz. Halimiz budur, gördük mü? Şimdi, obez biri gibi düşünelim kendimizi. Kalbimiz sıkıştığı için kardiyoloğa gidelim. Sözkonusu cumhuriyetse, kalp doktoru anayasa hukukçusu olur herhalde. Ben olsam Murat Sevinç’e görünürüm misal. O da dinler obez cumhuriyetin kalbini, EKG vs. der ki “dört arter de tıkalı.” Gövde cumhuriyetse, organizma devlet mi olsun? Olsa da, olmasa da bu yazı için öyle varsayalım, maksat derdimizi anlatmak.
Ben de diz kıkırdağındaki bir mikroskobik nokta olayım şu düz yurttaş halimle. Eziliyorum zaten, adam kantara çıkınca 150 okka çekiyor maşallah. Yapılması gereken iş belli, Sevinç Hoca düşünceli, açık kalp ameliyatı gerekiyor zira, kaçarı yok. Adam atletik olsa, belki bir şansı olacak da, o devasa cüsseyle masada kalması da güçlü olasılık. Bir de naralanıyor arada “bu gövde üzerinde ameliyata katiyen müsaade etmem!” diye. Hastanın iyileşmesi için hem önce hasta olduğunu kabul etmesi, hem modern tıbba güvenmesi ön koşul. İkisi de yok, ne yapacaksınız?
Tonton hastamızın bir yaşama biçimi sorunu da var. Gırtlaktan kesmesi ve daha çok hareket etmesi gerekli. Ama o “ben zaten bir numarayım, neden kaygılanayım ki?” diyor, kahvede çevresinde oturan şakşakçıları da “ahahaha, lan ne adamsın abi…” diye sufle veriyor. Halbuki adam yerinden hafifçe kıpırdansa oturduğu sandalyede, sandalye gıcırdıyor o ayrı da, diz kıkırdağındaki bizlerin zaten gözünden yaş geliyor. Organik parçasıyız bünyenin. Bünyeye sinyal da gönderiyoruz “ağrı formunda” ama öncelikler farklı. Can boğazdan geçiyor.
Sözkonusu analojideki somun pehlivanının kalbindeki dörtlü damar tıkanıklığı (kimi uzman hekimlerin tanısına göre “çoklu organ yetmezliği”) yapısal sorun. Kilo vermesi ve hareketlenmesi ise siyasal sorun. Yine örnekse, üniformayı çıkarıp takım elbiseyi giyince bir gecede Genelkurmay Başkanı'yken Milli Savunma Bakanı olan Org. Akar’ın söyleşilerindeki ifadelerine yaklaşım farklılığı üzerinden eleştiri getirmek, seçenek üretmek siyasal yaklaşım. TSK’nın göstermelik değil gerçekten sivil ve adil seçimlerle işbaşına gelmiş yönetime tabi olması gerekliliğini savlamak ise yapısal.
“Burası Norveç değil aslanım, bizim insanımız zaten biraz etine dolgun olur, kültürel bir durum bu, konuşulacak bir şey yok.” Bu kafayla ne müzakere, ne münakaşa mümkün. “Efendim neden aklına hep TSK geliyor, Balyoz’du, Ergenekon’du…” Hay hay paşam, başörtülü yargıç ve laiklik bahsine girelim dilerseniz. Yahut girişteki üç paragrafta peş peşe sıraladığım ve kanıksanmış desem herhalde pek yalan olmayacak kepazeliklerin herhangi birine. Hangisi yapısal, hangisi siyasal?
Trump işbaşına geldiğinde “ah-ü vah” ile yataklara düşen kimi arkadaşlarıma takılmam bundandı. Sanırım haklı çıktım, güçlü yapı kendini taşıdı. Ha, adam zıpkın gibiyken abanıyor içkiye, tatlıya. Sonunda yapıyı da bozuyor. Sürece dair konuşuyoruz o zaman. Ancak elimizdeki vakanın durumu ölüm-kalım aşamasına gelmiş. Ameliyat şart. Hastalığın bu terminal safhasında, kütüphaneden çekip vaka araştıracak zamanımız yok. Hekim heyetleri zaten yeterince donanımlı, deneyimli, eğitimli, birikimli. Pekiyi hangi hekimler bunlar?
Hastamızın tedavisini yürüttüklerini ileri süren bir hekimler ekibi var. Bir de konsültasyon için başka bir odada toplantı halinde alternatif bir hekim heyeti. Ayrıca hastane bahçesine dahi sokulmasında her iki takım tarafından da sakınca görülen yalnız bir doktor var dışarıda. O da “bu iş böyle gitmez” diyor ama tamamen farklı, o güne dek hiç denenmemiş bir tedavi yöntemi öneriyor. Bu arkadaş Kürt galiba ama tıpta utanma yoktur. Hem hekimin etnik aidiyetinden bize ne ama işte bahçeden binaya girmesi yasaklanmış, yasağı kimin koyduğu unutulmuş, sorun da edilmiyor.
Alternatif (ikinci) heyet üyeleri hekimlerin de ne Hipokrat yeminlerine sadakatlerinden ne niyetlerinin salihliğinden şüphe yok. Gel gelelim, o heyettekiler “ameliyat” filan gibi radikal (!) öneriler duyulunca “yaw şimdi ürkütmeyelim hastamızı, hele bir tedavi yetkisini devralalım, sonra yavaş yavaş diyet gibi yöntemlerle peyderpey başlarız işe” diyorlar. Diz kıkırdağı ahalisi ise haliyle “eyvah!” diyor bunları duyunca. Belki açılsa göğüs kafesi, kalp yetmezliğinin ötesinde kanserin de organizmayı sardığı anlaşılacak.
Tanı değişir, kalp yetmezliğinden kansere dönerse ne olacak? O takdirde, zakkum suyu içmek, Tanrı’ya yakarmak gibi bilime değil inanca dayalı yöntemlere tevessül edilmeyecekse, yine ameliyat, üzerine hem ilaç hem ışın tedavisi gerekecek. Ayrıca devamında yine boğazdan kesilecek, yine daha fazla ve düzenli hareket zorunluluğu da gerekecek. Yakınları ya da kendileri çekenler bilecektir, hepsine de hassaten acil şifalar dilerim, kanser tedavisinin kendi, başlı başına hastanın hem fiziksel durumunu had safhada zorlayan hem elde avuçta ne varsa tüketen bir süreç.
Olmasa olmaz mı? Babamın durumunda bu soruyu yanıtlayan soğukkanlı güngörmüş hekim “kanserle birlikte yaşayamazsınız” demişti. Malum-u ilâm ama basit, gerçek ve bilimsel de. Öyleyse önce kaçınılmaz biçimde o yola girilecek. Bu da ülke ve devlet sözkonusu olduğunda entelektüel cüret, vizyon, uzgörü, soğukkanlılık, sağduyu demek. Semptomları doğru okumak doğru tanı koymak için zorunlu. Semptomu hastalığın kendi sanmamak önemli. Her öksürenin akciğer kanseri veya Covid-19 olmaması gibi, kronikleşen durumlarda da gerekli testleri yapıp, sonuçlarını da kabullenmek gerek.
Şimdi soralım: Obez miyiz? Evet. Bu durumdan mutlu muyuz? Bazıları mutlu, bazıları değil. Hasta mıyız? Kimine göre evet, kimine göre hayır. Tedavi olmak istiyor muyuz? Belli değil. Tedavi olacaksak, hangi yönetimi yeğliyoruz? O da belli değil. Hastaysak ve bu durumu reddediyorsak, daha bu durumda yaşayabilmemiz mümkün mü? Değil. Mevcut hekimler heyeti bizi dinliyor mu? Duymuyor bile. Alternatif heyet? Arada sırada kulak kabartır gibi yapıyor ama onlar da “bütün bunlar hep olur, biz buradayız” yollu teskin etme havasında, eline neşteri almaya hiç niyeti yok. Ya dışarıdaki o ıssız hekim? Onun zaten esamisi okunmuyor. Rivayet o ki, elindeki çantada stetoskop, tansiyon ölçme cihazı filan değil molotof kokteyli varmış.