Madem seçim günü, madem yamalı bohça tarzı da olsa bir ilk kitabım “Gözden Irakta” İletişim Yayınları’ndan yeni çıkmış hasbelkader, gelin masalcı amcanız bir anekdot (“arektot” muydu yoksa doğrusu?) nakletsin size eskilerden. Bakın burası çok enteresan…
Efendim, devrin birinde yine kanlı bir PKK terör saldırısı yaşanır dağlık sınır bölgesinde. Ankara’da devletin çeşitli ilgili kurumları alelusul toplanır, aralarında görev dağılımı yapar. Hariciyeye de ezcümle kırmızı bültenle aranan malum iki yüz küsur kişilik çarşaf listedeki isimlerin bulundukları ülkeden yeniden ve ısrarla ve en sert biçimde istenilmeleri vazifesi terettüp eder.
Erbil’e de gelir liste. Ancak heyhat, oradaki kendini bilmez, fevri, her daim icat çıkartmasıyla maruf misyon şefinin henüz yakın gözlüksüz gözlerine iki husus takılır. Birincisi, Kandil’deki bilmem otuz yıldır değişmeyen kemik lider kadro mensuplarının adlarının karşısında “bulundukları ülke bilinmemektedir” şerhi düşülmüştür. Ayrıca listede 2004’teki “bölünme” (“schism”) sonrası düze inmek zorunda kalmış ve zoraki Köysancak’ta iskân edilmiş kimi eski tüfekler de yer almaktadır.
Üstelik, talimat “en üst düzeyde” ve “en kararlı biçimde” girişimle yerine getirilme işlem paragrafını da içermektedir. Hele o dönemde, robot gibi, “tak-şak”, bu talimatın Irak Kürdistan Bölgesi Başkanı Mesut Barzani nezdinde girişim yapılarak, sonucundan Ankara’ya bilgi verilmek suretiyle ifa edilmesinin sakıncaları bir yana, absürtlüğü izahtan varestedir.
Ne yapsın şincik bizim oğlan? Düşünür, taşınır, ıkınır, sıkınır. “Dostlar alışverişte görsün” de, yap geç. “Takma kafana kepten başka bir şey” kafası bir yanda, “kafayı çalıştır, altmış numara kep giy” kafası onun hemen “rûberû” karşısında. Telefon etsen olmaz, gizlilik ihlâli. Bekletsen olmaz, talimat “çok acele.”
Nihayet yazar bir şeyler, mezbahada kesimlik koyun misali beklemeye koyulur. Neden sonra, telefonu çalar. “Sen şimdilik tut onu” denir, “bir daha bunları kağıda dökme” diye de kulağı bu defalık tatlı-sert çekilir. Bu diplomatik badire de böylece atlatılmış olunur.
Gelelim bugüne. Dersim’in Munzur’undan bir akademisyen alınır İmralı’ya götürülür. Ne zaman? Erdoğan, İmamoğlu müsabakasında Binali Bey kardeşinin performansından hiç memnun kalmadığını beyan buyurduktan hemen sonra. Öcalan’ın avukatlarıyla görüşme tutanağı HDP değerlendirmesini duyuramadan medyaya sızdırılır.
Osman Öcalan’la söyleşi yapılır, TRT Kurdi’de yayımlanır. Irak Kürdistan Bölgesi’nin yeni başkanı Neçirvan Barzani Dolmabahçe’deki Başbakanlık Ofisi Muhasip Sarayı’nda Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından ağırlanır. Ama baş başa, görüşmenin içeriğinden bilgi verilmez. Benim anladığım zaten ikili görüşmede Dışişleri, artık “mutad veçhile” demeli, bulunmaz.
Tevekkeli, söz konusu sohbet, Dışişleri’nin değil İçişleri’nin işi olsa gerektir. Oysa nicedir Türkiye’nin kendi öz yurttaşı Ermeni, Rum ve Yahudilerin iç işleri de Dışişleri eliyle yürütülmektedir.
İçişleri deyince Bakan Soylu’yu anmadan olmaz: İmamoğlu seçilirse “Kandil’den Saraçhane’ye tünel kazılacak” öngörüsünde (!) bulunur. Mecazlardan mecaz beğen ey halkım. Sert mizaçlı dahiliye vekili ferasetini ispat ederken yalnız, koalisyonun payandası Devlet Bahçeli, HDP’yi İmralı’yı dinlememekle eleştirmektedir. Aday Binali “Kürdistan” da demektedir, Pekeke de, “rojbaş” da. Yüce gönüllü Cumhurbaşkanı Erdoğan da en güzelini: “Kürt de olsa insan.”
Nerede? Hepsi kendi alanlarında ayrı ayrı değerli, bu ülkenin yüz akı Barış Akademisyenleri’nin pasaportlarını alamadığı, hapis cezalarıyla boğuştukları; Anadolu Kültür Derneği’yle sadece barışa hizmet etmiş Osman Kavala’nın neredeyse iki sene sonra ilk kez mahkeme yüzü göreceği; HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş ve başta barış sürecine “bulaşanlar” olmak üzere HDP’li milletvekillerinin cezaevinde tutuldukları; Ayşe Öğretmen’in “çocuklar ölmesin” dediği için ceza aldığı ülkede.
Bakınız saygın siyaset bilimci Hamit Bozarslan ne diyor (Yücel Göktürk-Alican Tayla ile söyleşi, Express, sayı 169, yaz 2019): “Rasyonalite imhasının ve rejim içi radikalleşmenin devam etmesinin koşulu, krizin içte ve dışta bir sistem haline gelmesi ve tartışmayı, alternatif arayışını, felaketten çıkış senaryolarını anlamsız kılan bir şiddete başvurulması. (…) Böyle bir gelişimin rejimin kendisini de sersemleştireceği, özellikle dış politikada şimdiye kadar görülenlerden çok daha büyük hatalara iteceği de kesin. (…) Referans Abdülhamid, ancak icraat, İttihad ve Terakki’nin icraatı.”
Hattımızda biraz daha kalsın Bozarslan Hoca, zira sözleri özlü: “Dünya tarihini dünyanın kendi milletlerine karşı beslediği husumetin tarihi olarak okuyor, geleceği ise dünyadan ve tarihten intikam alınacak bir zaman olarak algılıyorlar. Bu intikamın koşulu ise ‘millet’in özellikle de ‘Batılaşma’ döneminde kaybettiği ‘ontolojik saflığı’na yeniden kavuşması, kendisini ‘kanserli hücreleri’nden temizlemesi.”
Neticede bugün yapacağımız iş ülkemizin en büyük kenti İstanbul’a Büyükşehir Belediye Başkanı seçmek. Gel gör ki nelere kadirmiş heyhat, şu kadim şehir? Ne TBMM’de idare reformu görüşülür, ne hariciye PYD ile temas ettirilir, ne MİT’e Kandil’le iletişim kurdurulur. Ama yukarıda sıraladığım gündelik alaturka alavere dalavere, Kürt Mehmet nöbeteler hep yaşanır, hep denenir.
İşte tüm bunlardan ötürü değerli okur, ister iyi-kötü iki yabancı dilde okuyup, dinleyerek küresel-bölgesel gelişmeleri düzenli izlemeye çalışayım, ister ara ara yirmi yıllık hariciye memuriyetimden dem vurayım, yarım yüzyılı devirirken vardığım kanaat odur ki, benim siyasal bilincim, diyelim Diyarbakır Suriçi’nin falanca ara sokağında kapısının önüne attığı bir taburede oturan ilkokulu zor belâ okumuş bir Kürt yurttaşımla karşılaştırıldığında ancak bir fındık kabuğunu doldurur.
Madem fındık dedik, gelin o zaman bağlayalım sözü küresel ses Sabahat Akkiraz’ın bence olağanüstü “Ana Baba Hısım Akran” türküsüyle: “Akarsuyum bir anadan doğmadım / Aşkımdan gayrıya boyun eğmedim / Koskocaman şu dünyaya sığmadım / Bir fındık içine hey hey sığmış gibiyim.” Aynen böyle, bence de, hey hey…