Tepede dönen helikopterin pervanesi kulak tırmalayan bir ses çıkarırken, uçsuz bucaksız karasal iklimle bezeli manzara kuş bakısı izlemeye değerdi. Pilotun inmek için manevra yapmasıyla beraber küçük çalılıklar ve kurak toprak daha net görülüyordu. Bu kuraklığın ortasında dikkatle bakıldığında herhangi bir tepecik olarak görünebilecek kütleye yaklaştıkça, heyecanlanıyordu. Helikopter etrafında toz bulutu bırakarak yere indi. Dikkatini çeken tepeye doğru çıkmak için adım attı. Ordudan emekli pilot da peşinde. Zaten tanışmaları başlı başına bir hikaye olsa da ona vakit yoktu şimdi. Pilota dönüp, "Doğru yerde olduğumuza emin misin" dedi? Pilot, güneş gözlüklerini sabahın bu erken saatinde takmaya çabasıyla beraber, sadece “Evet” dedi.
Tepeye yürüdüler, bir jeolog arkadaşından ödünç aldığı “özel” bir makinayla tepeye yaklaştı. Gelen sinyalle bulunan coğrafya arasındaki uçurum, pilotun haklı olduğunu gösteriyordu. Üstünde durdukları tepe görünümünde gizli nükleer denemelerin yapıldığı özel bir tesisti. “Deneme yapılması yasak değil ki niye bu gizlilik” diye düşündü. Aslında denemeler, silah, içinde ordunun geçtiği soru ya da imaya dönük her cümle ağızdan çıktığında “devlet sırrı", "ulusal güvenlik” denenen kocaman bir çelik kapıya çarpıp dönüyordu. Bu dönüşte soruyu soran cezasız kalmıyor ve gerekli yaptırımı devletin bazen siyah takım elbiseli ve güneş gözlüklü, bazen yeşil ve haki tonlarında kıyafetleri olan görevlileri veriyordu.
Devletin güvenliği sorgulanamazdı, gazetecilerin asli görevi devlete hizmet etmekti, kamunun bilmesi gereken özenle süzülüyor, doğru kelimelerle vatanperver gazetecilerin kalemleriyle, sesleriyle iletiliyordu. Gerçekperver, acar bir muhabir olarak devletin sevmediği biriydi. Ancak işini de yapabiliyordu, emeğinin karşılığıyla bir kişinin de olsa yazısını okumasıydı. Bastırmak zor olsa da yazılarını şimdilik gazetesi basıyordu.
Asker eskisi pilot da bu nedenle ona ulaşmıştı. Artık aklının almadığından emin olduğu bu sırları anlatmak istiyordu. Galiba herkesin vicdanının sızladığı bir nokta, insan olduğu insanlık değerlerinin âli çıkarların üstüne çıktığı anlar vardı. Tesisin etrafında günler geçirdilerse de enselenmeleri fazla sürmedi. Ancak orada bir tepe olmadığı açıktı. Ne deneyi yaptıklarını hükümet açıklamak zorundaydı. “Soğuk savaşsa soğuk savaş" dedi içinden Gerçekperver, "Sınırı nedir bu savaşın, kim, neyin savaşını veriyor?"
CANLILARA KIYAMET OLAN GÜÇLÜLERİN YARIŞI
1960’larda “En Güçlü Biziz Cumhuriyeti”nde geçen bu olayda devlet “Leviathan” olduğunun bilincinde bir anda yok etmişti haberi, toplumun bir kısmında etki yaratsa da hemen "Gerçekperver’in akıl hastası olduğunu" üstelik “Asıl En Güçlü Biziz” devletinin ajanı olduğunu, tepenin tepe olduğunu söyledi. Öyle ya Şam Valisi Muaviye'nin devesinin erkek olduğuna kani bir toplum örneği vardı, uzağa gitmeye gerek yoktu. “En Güçlü Biziz” ülkesinde de deneme tesisinin tepe olduğuna inanmaya hazır bir halk… “Hem bu savaş ortamında sırası mıydı kafa bulandırmanın… Hem halk her şeyi bilmeli miydi?” Üstelik onlar halkı güden çobanlar değil miydi?
En güçlülerin denemeleri gizli tesislerle sınırlı kalmadı hiçbir zaman. Göz göre göre pek de adı bilinmeyen adalarda, bazen Marshall Adaları'nda, bazen Sibirya steplerinde, bazen Bikini Atoll, bazen Pasifik, kimi zaman Atlantik, daha çok insan yaşamayan bölgelerde nükleer ve geleneksel denemeler yapıldı. Yetmedi savaşlar birer laboratuvara döndü. Açıklama şöyleydi hep, “İnsanların olmadığı yaşamın sınırlı olduğu yerleri tercih ediyoruz”. En büyükler, “biz de fena sayılmayız”lar ve onlara eklenen “bizim neyimiz eksik”ler sırayla denemeler yapıyor günümüzde. Devletlerin adları hayali olsa da denemeler gerçek.
EVİMİZ YANARKEN: UYULMAYAN GÖRMEZDEN GELİNEN ANLAŞMALAR
Bilimin devletin ulusal çıkarına tabi kılındığı, vicdan ve adaletin devletin yasasıyla belirlendiği bu denklemde hiçbir şey yapılmadı da değil. Örneğin Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması (1968, TBMM Kabulü 1971), Kapsamlı Test Yasağı Antlaşması Örgütü-Anlaşması (KTYAÖ) (1996, TBMM Kabulü 1999), Atmosferde, Uzayda ve Sualtında Nükleer Test Yasağı Antlaşması (Kısmi Deneme Yasağı Antlaşması) (1963, TBMM Kabulü 1965), Deniz tabanı, Okyanus Tabanı ve Toprakaltında Nükleer Silah ve Diğer Kitle İmha Silahlarının Yerleşmesinin Yasaklanması (Deniz Tabanı) Antlaşması (1971, TBMM Kabulü 1971) gibi anlaşmalar imzalandı. Ancak bir anlaşma var ki 1945’ten bugüne kadar gerçekleşen 2 bin 100’den fazla denemede hatırı sayılır payı olan iki devlet ve onlara eklenen altısı imzalamıyor.
Nükleer Denemelerin Kapsamlı Yasaklanması Antlaşması 1996’da imzaya açıldı, 164’ten fazla devlet imza koysa da ABD, Çin, İsrail, Mısır, Hindistan, Pakistan, Kuzey Kore, İran bu anlaşmayı imzalamıyor. İşte bu durum bu meydan okuma, insanı da içine alan yangın yerine dönen evimize dönük bir yok oluşun patlamaya hazır bombası. Ancak dünyayı yok oluşa sürükleyen kıvılcım çoktan çakıldı, sadece ani bir patlama görmüyoruz. Bunun son örneği geçtiğimiz hafta yaşandı. ABD donanması, Tam Gemi Şok Denemeleri kapsamında Atlantik’te 18 ton patlayıcı ile bir deneme yaptı. Gemi testten geçti. Ancak gemi kadar şanslı olmayan canlılara ne olduğu bilinmiyor. Merak ediliyor mu bir muamma. ABD Jeolojik Araştırma Merkezi’nin açıklamasına göre bu deneme okyanusta 3,9 şiddetinde deprem etkisi oluşturdu. Peki içine patlayıcı konan suya, o suda yaşayan deniz canlılarına, havadaki kuşlara, soluduğumuz havaya ne oldu? Bilim insanlarının söylediği ciddi bir tahribat oluştuğu. Örneğin TÜBİTAK Genç Bilim’de yayınlanan bir araştırmaya göre okyanusun 11 bin metre altında yaşayan canlıların kabuklarında nükleer denemelerin neden olduğu karbon-14’ün bulunduğu saptanmış. Bu karbon-14’ün besin zinciri yoluyla diğer canlılara geçtiği de tespit edilmiş.
Bugün 1945’te başlayan Soğuk Savaş’ta değiliz, doğanın, iklimin, havanın, toprağın, balığın, yosunun, kedinin, kuşun hakkını savunmak zorunda hisseden insan sayısı çok fazla, dünyanın bir cehenneme döndüğünü bilenler de öyle. 'İnsan merkezci dünya' algısı, dünyayı tarumar ediyor. Bir yandan iklim krizine karşı “Kömürü bıraktık, yenilenebilir enerjiye geçtik” diyen devletler, silahlar, denemeler olduğunda “şimdi sırası değil” demekten geri durmuyor. Üstelik bu tavır ABD ile sınırlı değil. Atılan her kurşunun bir insan bedenine saplanması gerekmiyor, o kurşun havada, suda hayvanların bedenine çoktan saplandı. İnsan odaklı hasar tespiti artık geçerli değil, olmamalı.
Şimdi insanlığın önünde önemli bir sınav var, devletiniz, "Bu deneme bizim güvenliğimiz için, insanımız için” dediğinde, bizden uzakta bir coğrafyayı kana buladığında bu kan insan kanı diye mi soracağız ve ona göre mi tepki vereceğiz, yoksa bu deneme, savaşlarınız, silah yarışlarınız dünyayı, evimizi içinde yaşayanlarla ateşe verdikten sonra kimin kazandığının önemi var mı diye mi? Vitrinde “Paris Anlaşması’nı imzaladık daha ne istiyor bu çevreciler?” diyenlere “Ulusal güvenliğiniz kimin güvenliği, neden bu denemelere dur demiyorsunuz” demek zorundayız. Odadaki fili görmeden odada daha ne kadar kalabiliriz ki?