Ödül, başlı başına tuhaf bir şey. Cezanın, suç karşılığı verilmesi kadar, ödülün başarı karşılığı verilmesi çok su kaldıracak, üzerinde yüzyıllardır mutabakat sağlanamayan, sorunlu ve sorgulanır pek fazla yanı olan bir kavram. Psikolojiden kriminolojiye, sosyolojiden ekonomiye birçok alanın sınırlarına giren, karmaşık ve asla yalnızca ‘ödül’den ibaret olmayan girift bir olgu. Kategorilere ayrılan, bunların altında birden fazla adayın olduğu, bir mükâfatı almak üzere sıralanan, gruplanan kişiler, ister istemez başkalarınca yaratılmış sunî bir rekabetin içerisinde buluyorlar kendilerini. Sınıflandırma, gruplandırma, ayrıştırma ve dışlamanın dört nala at koşturduğu alanlar bunlar. Tabii bunun böyle olması, böyle bir rekabetin ve yarıştırmanın içinde bulunmaktan son derece memnun, hatta bunun için yaşayan ‘yetenek’ kumkumalarının oyunlarına bir engel değil. Hele arada sırada kendilerine denk geliyorsa o mükâfatlar, ne âlâ memleket! Oysa, birileri ve bir şeyler ödüllendirilirken birileri ve bir şeyler de nasıl öldürülüyor! Ödülü alamamak asla ödülü alamamaktan ibaret olamıyor muhtemelen. “Seninki yeteri kadar iyi değil” denmiş oluyor bir bakıma. “Onunki seninkinden daha iyi”. Kime göre, neye göre? Ona göre; o bir başka.
Öte yandan, her ödül, sadece ödül olduğu için doğuştan sorunlu olmak zorunda değil. Herhangi bir kuruluş, dernek, grup vb. kurum ve enstitüler tarafından bir kişiye, örneğin “ömür boyu başarı ödülü” gibi tanıma, duyma, görme, selamlama, sayma ifadesi olarak verilen tekil ve hedefi belli ödülleri bu kapsamın dışında tutmakta fayda var. Problemli olduklarını düşündüğüm, yarıştırarak, kapıştırarak verilen payeler. Kaldı ki, neredeyse hiçbir zaman adil, eşit, nötr ve nesnel olmayan, yapısal olarak bunların tam tersi dinamiklerle işlemeye; klancılıkla, hizipçilikle, mahallecilikle yoğrulmaya mahkûm mekanizma ve kişilerce belirlenen kategoriler, eserler, adaylar, kazananlar. Küçücük yaşlarda başlayan yarışlar. Kişiliği oturmamış, duygusal zeminleri henüz yaş ve hassas ufacık çocukları bir şeylere yönlendirebilmenin, bir alana heyecanlandırabilmenin kestirme yolu olarak yarış ve ödül. Zafer kazanana koca koca övgüler ve ödüller bahşedilirken kazanamayanlara koskoca birer hiç. Neyin zaferleri peki? Daha hızlı koşma? Daha yüksekten atlama? Daha zor problemi çözme? Daha uzağa işeme? Örnekleri saymakla bitmeyecek, ama çoğunlukla ipe sapa gelmeyen konular. “Sen çok iyisin, hatta en iyisisin, bravo”nun yanında “Sen mi? Sen de kimsin?” Elindeki kupası, boynundaki madalyasıyla ağzı kulaklarında, başı göklerde muzafferler bir yanda, elinde çalı çırpıyla boşluğa bakan boynu bükükler öte yanda. Sırt sırta vermiş iki dosttan iki rakip, bir kazanan ve bir kaybeden yaratan düzen. Belki abartıyorum, belki her şey bu kadar kötü, kalın çizgiyle ayrılmış veya zıt kutuplarda olmayabilir, ama özünde, kazananları yazan tarih, tarihi de yazanlar kazananlardır, değil mi? Hoş geldiniz hayata hazırlığın ilk basamaklarına.
Ne var ne yok yarıştırmaya meraklı insan. Ne yapar eder, tıpatıp iki kibrit çöpünü bile yarıştıracak zemin bulur. Ben de öyleydim. Tavlaya sardığım onlu yaşlarımın başlarında, Meksika 1986 Dünya Kupası’ndan kopyaladığım sistemli eşleştirme ve organizasyonla, sevdiğim 24 tane müzik grubunu tavla oyuncusu yapıp, bunları kurayla dörderli altı gruba ayırıp, tavla dünya kupası düzenlemiştim. Tüm zarları kendim atıp, iki tarafın hamlelerini de kendim oynadığım ve sıfır eğilimle yaptığım toplam 52 maçın sonunda Kanadalı progresif-thrash metal grubu Voïvod şampiyon olmuştu. Yeter ki bir şampiyon çıksın. Yaşasın Voïvod! Bu arada, grubu merak ederseniz ve tek bir albümüne kulak vermek isterseniz tavsiyem, geçtiğimiz günlerde 31 yaşına basan Angel Rat.
Benzer şekilde, tek basamaklı yaşlarımda deniz minarelerinin nereye koyarsanız koyun hep denize doğru yürümeye başladığını öğrenince, en yakın arkadaşımla birlikte farklı türde 40 kadar deniz minaresini toplayıp hepsini aynı hizaya dizdikten sonra denize varma yarışı düzenlediğimizi de hatırlıyorum. Bu iki örnekteki benzerlik, yarışanların ve yarışma koşullarının olabildiğince eşit ve tek tip, kazanma ihtimallerinin de olabildiğince rastgele dağılımıydı. Bir başka deyişle, buradaki yarıştırmalar, 40 ila 52 adet unsurdan (neredeyse) piyangoyla birinin kazanmasına dayanan, şansın hangi talihliye güleceği üzerinden yaratılan bir mini-heyecandı. Arkasında ne politika, ne güdüm, ne hesap, ne kitap, ne güdü, ne ikbal, ne de ne idüğü belirsiz, kuvvetle muhtemel çoğunluğu liyakatsız bir jüri vardı benim tavla gruplarımın ve deniz minarelerimin.
Dibine kadar öznel yaklaşımlar ve saymakla bitmeyecek türlü saikle birilerinin birilerini ve bir şeyleri diğerlerine ve diğer şeylere nazaran daha üstün gördüğü, öyle görmese de seçtiği, buradaki seçmelerin de madalya, kupa, taç, balon, asa, lolipop, sertifika, düdük vb. nesnelerle sabitleştirildiği yarış(tır)malar, insan tabiatının en karanlık çamurlu bataklıklarının yansımalarından. Kedilerden köpeklere, taşlardan bitkilere, erkeklerden kadınlara uzanan ‘güzellik’ yarışmaları, filmlerden müziklere, şiirlerden şarkılara, belgelerden öykülere uzanan, onlarca, belki yüzlerce türü ve kategorisi olan ödül törenleri insanın kadim destanında pek önemli ve hastalıklı bir bölüm belki de.
Son yıllarda birbiri ardına patlak veren skandallar, sızan haberler, ifşalarla birçok ödül organizasyonunun arkasında ne menem rezillikler, hesaplar, işler, rüşvetler döndüğü göz önüne serilse de onlar hevesle düzenlenmeye devam ediyor. Kültür-sanat ve eğlence dünyasının en saygın ve cafcaflı ödüllerinin başlıcası Oscarlar’dan Grammyler’e, Altın Küre’den Emmy Ödülleri’ne izlenme sayılarındaki istikrarlı ve özellikle son iki senedeki radikal düşüşlerin, toplumların yavaş yavaş uyanmaya başladığının göstergesi olduğuna inanmak istesem de bunun (nedense) pandemiye ve kitlelerin içerik tüketme alışkanlıklarında ortaya çıkan değişikliklere bağlı bir durum olduğu anlaşılıyor. Üstelik bu törenlerin hepsi sundukları prodüksiyon değerleri ve ünlülerinin kalibreleriyle müthiş görsel-işitsel unsurlar arz eden seyirlikler. İşin seyirlik ve prodüksiyon niteliğinden bahsederken, ülkemizde düzenlenen, isimlerinde ‘altın’dan ‘kral’a uzanan tuhaf kıymet ve güç simgelerini barındıran ödül törenlerini anmamak olmaz. Adlarının tersine, organizasyon ve prodüksiyon kaliteleri teneke piyadeleri çağrıştıran bu ödül müsamerelerinin hepsinde, her sene, neredeyse istisnasız şekilde belli isimler ve kurumlar kayırılırken, diğerleri istikrarla yok sayılmaya, dışarıda bırakılmaya devam ediyor. Canlı yayının temel gereklerinden bihaber, akış kurgulamayı ve onu akıtmayı bilmeyen prodüksiyon ekiplerince, genellikle fahiş bütçelerle iş sahiplerine okutulan bu ‘müsamereler’ o kadar feci ki, yayınlarını izlemek, kaynana-gelin programlarında alınan eşsiz hissin bir benzerini sunacak kadar paha biçilmez bir keyif. Bu acayiplikler yetmezmiş gibi, kadın dövmeyi, pardon, gerekirse silahla vurmayı, bir erkeklik apoleti olarak gören, son kullanma tarihi çoktan geçmiş bir adamı ‘ömür boyu bilmemne’yle ödüllendirecek kadar şuursuz, ya da belki de son derece şuurlu, kötücül icraati de nobranca savunan organizasyonlar bunlar. Toplumun bir kısmının şiddetli tepkisiyle karşılaşınca lütfederek, vicdan delen bir dille yazılmış, özrü kabahatinden büyük, utanmaz açıklamalarını küstahça önümüze koyarken bir yandan havaya bakıp ıslık çalan bazı marka müdürlerinin, organizatörlerin, oyuncuların, müzisyenlerin, basın mensuplarının elbirliğiyle yaratıp, özenle besleyip kucağımıza bıraktığı çürümüş bir enkaz.
Bu sene bu, geçen sene öteki, evvelki sene beriki… İlk değildi, son da olmayacak. Ödül alma konuşmalarından tutun da ödül verme vücut dillerine kadar plansızlık, programsızlık, paçozluk, sahtelik ve hırs dolu, vıcık vıcık boy göstermelerle bezeli bezirgânlıklar bunlar. En can yakanı da, hem bu köhnemiş yaklaşımlara, bunlardan yıllarca zarar görmelerine, dışarıda bırakılıp yok sayılmalarına rağmen ‘nihayet’ bir şekilde ilk defa aday gösterilen isimlerin anında her şeyi unutup bu kirli dümen suyuna kapılarak hep ama hep “çok heyecanlı ve mutlu” olması. Aday gösterilse de ödülü asla alamayacağını en başından adı gibi bilen ‘figüran aday’ların harıl harıl oy isteme çabalarının trajikliği kadar, bunun böyle olacağını adı gibi bilen marka temsilcileri ve/veya organizasyon sahiplerinin, marka ve organizasyonlarının adını daha fazla, üstelik pazarlama bütçesi ayırmadan adayların takipçi kitleleri marifetiyle duyurmak için her bir kategoride onlarca aday sunmalarını demokratik ve eşitlikçi bir yaklaşım olarak yutturmaları ironiktir.
Bugüne kadar, kemikleşmiş ama kanserli bu ödül mekanizmalarını kişisel ikbalinin önünde tutarak reddetmiş, bunu yaparken buralardaki kokuşmuş düzene dikkat çekmeyi başarmış bir avuç isim var dünyada. Ülkemizde tabii ki, en azından benim bildiğim kadarıyla, bir tane bile yok. Koşa koşa, memnun mesut kucakladılar her zaman verilen her ödülü meşhurlarımız; ödülün kimden, nereden, neden ve nasıl geldiğine bakmadan. Bir gün, eğlence dünyasının bu macun kıvamlı bataklığı tüm paydaşlarını topluca yutmaya başlarsa, muhtemelen zifiri çamurun yüzeyinden yansıyan en son görüntü, kendileri batarken havaya kaldırdıkları ödüllerinin ucuz altın kaplama figürleri olacaktır.