Dış politika bakımından Ankara demek, Erdoğan demek. İkisini birbirinin yerine kullanmakta sakınca yok. Ankara, Batı’ya yani ABD ve AB’ye sıkıntı çıkarıp, dış politikasını olası pazarlıkta elini güçlendirdiği varsayımına dayandırmıştı. Sahada olan, masaya oturacaktı. Çocuk masasından, baş masaya terfi olunacaktı. Olmayacağı belliydi, nitekim olmadı. Sandalyemizde eğreti oturup, önümüze konan yemeğe kafalarımızdaki yeniçeri börklerinden çektiğimiz tahta kaşıkları sallıyoruz.
Böylece, içeride kalabalıkların “o eski ihtişama geri yürüme”, “emperyalizm yahut sömürgeci küffar önünde diz çökmeme yani mukavemet” (direniş yerine özellikle Arapça sözcüğü yeğledim ki, düşünsel akrabalık vurgulansın), “Mavi Vatan”, “doğal sınırlara, yaşama alanına doğru kasları şişirme”, “Kürdün hevesini kırıp, Araba yeni iktidar odağını gösterme” yollu içi boş sloganlarla duygularının okşanması amaçlandı. Punduna getirip, doğal kaynaklara çökmek ve kimi eski Osmanlı beldelerine dalmak usul ittihaz edildi. Giderek Müslüman Kardeşler’e indirgenen bir muhayyel Arap âlemi, İslâm dünyasından medet umuldu.
Dış politika, iç politikanın uzantısı durumuna getirildi. Buna karşılık, dış politikada maliyet hesabından kaçınıldı, kamuoyuna hesapvermezlik benimsendi. Anlatı, olanın yerini aldı, diplomasi bir halkla ilişkiler alıştırmasına (“egzersiz” anlamında) indirgendi. Akılcılık terk edildi, fırsatçılık ve İslâmcı-milliyetçi romantizm öncelendi. Aynaya bakmak, kantara çıkmak, ittifaklardan yararlanmak yerine böbürlenmek, dayılanmak, atar-gider yapmak, ayar vermek makbul kural halini aldı.
Gelinen yerde, iddialı veya kol bükmeye dayanan dış politikanın kısıtları ortaya çıktı. İkna kabiliyeti, diplomasi sanatı sıfırla çarpıldı. Libya’da, Doğu Akdeniz’de, Kıbrıs’ta, Yunanistan’la ve Mısır’la ilişkilerde hatta Suriye’de de geri adım atıldı. Söz konusu adımların tamamı, bir bütün olarak değerlendirilip, gerilimi düşürücü, yapıcı yaklaşım olarak da görülebilir. Öyle olması da bana göre doğru olur. “Erdoğan içten midir, değil midir” sorusunun çok diplomatik anlamı olduğunu sanmıyorum, şimdiye dek de hiç sanmadım.
Çabucak göz atalım bu dosyalara, sonra AB ve ABD ile ilişkilere geçelim. Libya’da üçbuçuk “kazanım” vardı: Vatiye Üssü, Trablus’la yapılan deniz yetki anlaşması ve Trablus tarafını, Bingazi tarafına karşı ayakta tutmak, buçukuncusu da yakın erimde Libya petrollerinden nemalanmak. Bunların tamamı artık sallantıda. Doğu Akdeniz’de sondaj gemileri Antalya Körfezi’ne çekildi. Kıbrıs’ta Maraş’ta piknik ve iki devletli çözüm derken, masaya geri dönüş. Yunanistan’la istikşafi görüşmeleri yeniden başlatmak ve Dışişleri Bakanı Dendias’ın Ankara’yı ziyareti. Mısır’a Müslüman Kardeşler’in sesini kısmak jesti. Suriye’de, Fırat’ın Doğusu’na dalamamak, dalınamayacak olunuşun teslimi ve Idlip’te sıkışma.
Adeta müzakere masasına üzerinde intihar saldırganı yeleğiyle oturan Ankara, ekonomik iflâsla bir karadeliğe dönüşme tehdidini de, haritadaki yerinin değerini pazarlamayı da tepe tepe kullandı. Yukarıda sayılan alanlarda bundan böyle maraza çıkarmayacağı taahhüdünü en azından ihsas etti. Karşılığında AB’den yaptırımın önü alındı. Yasadışı göçün önlenmesi ve Türkiye’ye yerleşik Suriyelilerin iaşe ve ibate masraflarının bir bölümünün karşılanması uygulaması canlı tutuldu. Sanki İran gibi “hasım” bir devletle ilişki kurulur gibi, teşvik ve ceza Ankara’nın atacağı adımlara bağlandı.
Böylece, AB ile kurulan ve dış politikanın biricik stratejik önceliği olması gereken (tek gerçek “beka” sorunu) adaylık ilişkisinin doğası -görüldüğü kadarıyla- geri döndürülemez biçimde bozuldu. Türkiye, bir değerler paydaşı değil, idare edilmesi gereken bir parçabaşı ortak konumuna indirgendi, küme düştü. Ufuksuzluk uyarınca bu durum, dış politika iç politikanın uzantısıyken artık, içişlerinin yani demokrasi, insan hakları, ifade özgürlüğü, laiklik, hukuk devleti gibi evrensel değerlerin, Batı’nın kapsama alanı dışına taşınması olarak kazanım addedildi. Ulusal çıkarların yerini Erdoğan’ın tahtta kalma savaşımının aldığı gerçeği açıkça tescillendi.
1952’de NATO’ya Türkiye’yi aldıran ABD idi. Soğuk Savaş boyunca Güney Amerika ve kimi Ortadoğu ülkelerinde olduğu gibi güney kanat ülkeleri Yunanistan ve Türkiye’de de gerçek demokrasi bir lüks addedilmişti. Ardından, AKP’nin iktidara gelmesinin, demir perdenin çökmesi sonrasındaki yeni tehdit algısıyla örtüşmesiyle de birlikte, Türkiye’ye “ılımlı islâm” modelliği rolü biçildi, bu kere laiklik lüks addedilir oldu. Rusya’dan S-400 almak ve İran yaptırımlarının Halkbank aracılığıyla çevresinden dolanmak gibi gereksiz hatalar (tenisteki “unforced error”) ABD ile ikili ilişkileri limonileştirdi.
Bugün ABD, Çin ile yeni bir küresel ve gelecek onyıllara yayılacak “modeller mücadelesine, rekabetine” giriyor. Bu durum AB’nin de, yakıcı Türkiye dosyasının Atlantik ötesine atılması bakımından, işine geliyor. Dosya, Aralık sonundaki AB Konseyi’nde Biden’in 20 Ocak’ta işbaşı yapacağı gerekçesiyle Mart’a, Mart sonunda da Haziran-Temmuz’da AB-ABD Zirvesi yapılacak olması bağlamında yaz aylarına ötelendi. Nasılsa Ankara’nın da zül, deli gömleği veya yük addettiği tam üyelik talebi yok. Onun yerine Gümrük Birliği güncellemesi ve vize kolaylığı isteği var. Diğer deyişle, “alan razı, satan razı” vaziyeti.
Diğer deyişle Türkiye’nin “içişlerine” burun sokma ödevi, geleneksel olarak AB’deyken artık ABD’ye geçiyor. ABD’nin yine geleneksel (zamanında NATO’ya aldırdığı) Türkiye’nin AB üyeliğinin perde gerisindeki başlobicisi konumu ise belli belirsiz Ankara’nın S-400’leri ülke dışına çıkarmak, gömmek, mühürlemek ve mühürleri ABD denetimine tabi kılmak seçeneklerine endeksleniyor. Türkiye’nin arzusu doğrultusunda menüdeki tüm yemeklerin sırayla servis edileceği bir ziyafet yerine, ABD önce ilk yemek olarak masaya tarhana çorbası konmayacağı güvencesini istiyor. Halkbank konusunda da yasalara bağlı kalmak zorunluluğunu işaret ediyor.
Üçgen veya dörtgen olarak da bakılabilir masadaki topların dağılımına. Istaka kimin elinde, oyun sırası kimde, duvarda “pike çekmek yasaktır” uyarısı asılı mı soruları da geçerli olmak kaydıyla. Üçgene AB ve ABD’nin yanı sıra Rusya, dörtgene Çin müdahil oluyor. Öyle ya, Brüksel’de Blinken’le görüşen Çavuşoğlu, hemen ardından Ankara’ya koşup Wang’ı ağırlıyor. Erdoğan-Putin, Akar-Şoygu ve Çavuşoğlu-Lavrov görüşmelerinin sıklığıysa çetele tutmayı zaten olanaksız kılıyor. Ecevit’in* “duvarın öte tarafına atlarız” çıkışı (1970 sonları) günümüzde anakronik: Ancak kendi şakağımıza kendi dayadığımız bir namlu olabilir.
Sanal ittifakına “demokratik” yakıştırmasını uygun gören muhalefet ise, iktidarın zoraki gerilim düşürme adımları karşısında, “elini tutan mı var, arkandayız!” ucuzculuğunu benimsemiş ve vizyon yoksunluğunu bir kez daha ortaya sermiş gözüküyor. Henüz demokrasi tanımında ittifak edememiş izlenimi veren bu anamuhalefet bloku, Erdoğan’ı AB’ye tam üyelik hedefini masanın ortasına çekmeye ve bu hedefle uyumlu, bu omurga çevresine örülen bir dış politikaya zorlamaktan ısrarla kaçınıyor. Bunun yerine, gündelik, taşrasal, yaygın Batı düşmanlığına yaslanan yaklaşımı köpürtme çabasıyla yetiniyor.
Oysa modernite bir bütün. Menü alakart değil, tabldot. Kendiyle barışık, külhanbeyliği özentisinden değil tarihiyle yüzleştiği için özgüvenli, gençliğinin neşeli cıvıltısını susturulması gereken bir kuru gürültü değil geleceğinin pırıltısı sayan, Türkiye’nin aidiyetinin yüzünü yüzyıllardır çevirdiği Batı’da olduğunun bilincinde, kadın-erkek eşitliği tam, her koşulda özgürlüğü önceleyen, birtakım kerameti kendinden menkul hassasiyetleri laikliğin önüne koymayan, dönüşümcü, çoğulcu bir muhalefet halen aranıyor. Geçen yazımda değindiğim üzere, Demirtaş’ın çağrıda bulunduğu gibi muhalefetin “4-5 temel ilkede uzlaşması” da “biz kimiz?” sorusunun yanıtı halen ve beyhude aranmakta olduğu için göründüğünden çok daha güçleşiyor.
Bugünün, boyumu aşan bir yakıştırma denemesinde bulunmam gerekirse, “tarih sonrası” denilebilecek Avrupa demokratik toplumlarında, yön gösteren, misyon biçen, yol çizen yani kısacası bildik anlamda tarihsel özelliği olan devlet adamı kimliğinde yöneticiler aranmıyor. Buna “kaht-ı rical” veya benim bir aralar sık sık yinelediğim biçimde “muhasebecilerin Avrupa’sı” denilebilir. Ancak bu durum bir demokratik sağlığı da anlatıyor. Toplumlar tamam oldukça, yurttaşlar mutluluklarını diledikleri biçimde aramaya özgür kılındıkça, yöneticiye de gündelik işleri gereğince, saydam ve hesap verir şekilde tedvir etmek kalıyor.
Biz oralara çok uzağız henüz. Fransa V. Cumhuriyetinin “seçilmiş monarklık” düzeninde/rejiminde her yeni gelen cumhurbaşkanının “kendini DeGaulle sanması” haklı olarak istihza konusu olur. Bizdeyse, “demokratik” muhalefetin üzerinde uzlaşacağı o mutasavver 4-5 ilkeyi alt alta yazabilmek, yeni Türkiye’nin (kirlenen ama teknik açıdan doğru terimle İkinci Cumhuriyet’in) üzerinde yükseleceği temellerin atılacağı şantiyeyi kurmak demek. “Türk Tipi Başkanlık Rejimi” adı altında topluma dayatılan derme çatma gecekonduda ilanihaye oturmayacaksak eğer.
* İçeriğine katılıp katılmamak bir yana, münhasıran üslûp, ciddiyet ve terbiye bakımlarından dönemin başbakanı Bülent Ecevit’in 1978 yılında BBC’ye verdiği mülakat oldukça öğretici. Nereden nereye gelmiş Türkiye. Esasen herhangi bir Batı dilinde düşüncelerini kamuya açık biçimde ifade etme zorunluluğunu yaşamak da zaten kendi içinde öğretici.
** Ülkemizin yetiştirdiği AB konusunda en deneyimli ve birikimli diplomatların belki başında gelen emekli büyükelçi Selim Kuneralp’in konuya ilişkin yazısını değerli okurlara öneririm. Elleri değmişken BE Kuneralp’in diğer yazılarına göz atmalarını da dilerim.