Öfkemizi nereye yönlendirmeliyiz ve öfkemizi nasıl ifade etmeliyiz? Asıl sorular bunlar kuşkusuz. Yanıt; ‘paranın iktidarının’ ve ‘saldırısının’ fark edilmesinde yatıyor. İnsanların beklentilerini ve yaşam tarzlarını yok eden, mutsuzluk kaynağı olan paranın iktidarını. Holloway paranın saldırısının sistemli olduğunun ve kişisel düzeydeki tepkilerin, mücadeleye ‘zarar’ verdiğinin altını çiziyor haklı olarak.
Dünyanın her yerinde, demokratik ülkelerin sokaklarında,
meydanlarında, mahkeme önlerinde, seçim sandıklarının başında,
‘öfkeli’ insanlar var. Kapitalizmin vardığı aşamada insanlık
delirmek üzere. Hatta, delirdi! İşçiler, işçileşmiş beyaz
yakalılar, öğrenciler, memurlar, küçük üretici. Her gün evinden çok
erken saatte çıkan, küçük arabasına binip berbat bir trafikte yol
alan, küçük ve sürekli gözetim altındaki odasında birilerinin
servetine servet katmak için bir tam gün geçiren, aynı yerde hep
aynı öğle yemeğini aynı insanlarla yiyen, mesai saati bitiminde
aynı trafikte evine varma mücadelesi veren, kapı eşiğinde aynı
yüklü faturalarla karşılaşan, akşam TV’de izlediği dizi ile tatmin
olmaya çalışan ve ertesi gün aynı şeyleri yapmak için aynı saatte
uyuyan insanlar. Ertesi gün işe gittiklerinde hâlâ orada çalışıp
çalışmadıklarından da emin olamazlar; bir anda kapı önüne
konulmaları, açlığa mahkûm edilmeleri ihtimaldir ve mecbur
bırakıldıkları borçlarıyla baş başa kalabilirler. İşte bu vahim
sömürü haline, ‘yaşamak’ diyoruz.
Öfke Günleri, John Holloway, Çev:
Utku Özmakas, 2017, İletişim Yayınları
Hayır, yaşamak böyle bir şey olmamalı ve halihazırdaki saçmalık
sürdürülebilir değil. Türkiye’de milli gelirin yarısından fazlası,
yalnızca yüzde 1’in elinde. Dünya genelinde durum aynı şekilde
vahim. Birkaç Amerikan şirketinin serveti, Afrika kıtasındaki
gelirden fazla. Bu nedenle az çok akıl sahibi ve dünyadan haberdar
sermayedarlar, arada bir ağızlarından kaçırıyor: Bölüşmezsek
hepsini kaybedeceğiz. Haklılar, kaybedecekler! Dehşet verici gelir
uçurumu yaratan ve başka türlü ayakta durma olasılığı kalmayan bu
sistem her yerinden sökülüyor, dağılıyor. Kitlesel işten
çıkarmalar, borçluluk, kemirilen doğal kaynaklar. Yıkımı
engellemeye çalışan devletler, giderek daha fazla güvenlik
önlemlerine, şiddete başvuruyor; başka çareleri kalmadı. ‘Güvenlik
devletleri’ devrini yaşıyoruz. Diğer yandan siyaset yapma biçimleri
değişiyor, iyi yaşamın ne olduğu sorusunun yanıtı değişiyor. Her
büyük değişim gibi sancıyla oluyor. Büyük ve acılı bir
sancıyla…
Bugün tanıtmak istediğim kitap içinde yaşadığımız öfke günleri
üzerine. Çok yeni bir eser. İletişim Yayınları’ndan, Utku
Özmakas’ın çevirisiyle 2017’de yayınlandı. Yazarı, 1947 doğumlu bir
siyaset bilimci olan John Holloway. Holloway, 1991 yılından bugüne
Zapatista Hareketi'yle birlikte yaşıyormuş. Çalışmaları radikal
siyaset üzerine. Türkçe baskı için yazdığı önsözden, kitabın,
birkaç yıl önce Leeds Üniversitesi’nde verdiği bir dizi dersten
oluştuğunu anlıyoruz. Ayrıca yazar, Türkiye’de işlerinden atılan
akademisyenlerin ‘alternatif mekânlarda’ verdikleri (dayanışma
akademilerini kastediyor) derslerden haberdar olduğunu belirtmiş ve
düşüncelerinin buralarda tartışılıp eleştirilmesinden heyecan
duyacağını eklemiş. Başlayalım o zaman!
Holloway, daha ilk sayfada, temel kaygısını açıkça anlatıyor.
Kitabın geri kalanı o kaygının gerekçeleri, nasıl bertaraf
edilebileceği üzerine zihin egzersizi ve okuyucuya çağrı. Tüm
dünyada, kitlelerin yönetimlere duyduğu öfke konusunda şu sözlerle
başlıyor yazar:
“Haklı, çok haklı bir öfke bu! Gel gelelim yanlış bir yere
yöneliyor. Dahası, eğer bu öfkeyi doğru hedeflere yöneltemezsek
hepimizi yok edecek. Trump’a yönelik öfke, İslamcı köktendinciliğe
yönelik öfke, Le Pen’e yönelik öfke, Avrupa’da ve tüm dünyada
ırkçılığın ve milliyetçiliğin yükselişine duyulan öfke.”
Yazar hemen bu cümlenin ardından, söz konusu öfkenin ‘yön’
sorunu nedeniyle ‘öfkenin temeli olan şeyleri’ güçlendirdiği
tespitini yaparak şu soruyu yöneltiyor: “Öfkeyi ait olduğu yere,
evine geri getirebilir miyiz? Öfkeyi sermayenin iktidarına, paranın
hükümranlığına duyulan bir öfkeye dönüştürebilir miyiz yeniden?
Bunu düşünmeye cesaret edebilir miyiz?... Umudu bu ölüm kapanından
kurtarıp nasıl can veren bir hale getirebiliriz?”
Bana kalırsa da, can alıcı soru bu. ‘Cesaret edebilir miyiz?’
Yaşam konforumuzu bozma ihtimali olan soruları sorabilir miyiz?
Yoksa paranın kıskacında siyaset yaptıklarını düşünen ve o
‘paranın’ ördüğü ağda eninde sonunda kaybeden üç beş isme kızgınlık
duymak yeter mi? Yetmez ama o kızgınlık şart. Gerekli olan cesareti
bulmak için. İlk adım, ortada kızgınlık veren bir şeylerin olduğunu
fark eder hale gelmek.
Yazar, Atina’daki sokak isyanlarını anarak başlıyor. Polisin,
sıktığı gazla "Alışın, bu işler böyle vesselam" dercesine
sergilediği hoyratlığa karşı, yüz binlerce insanın sloganları,
müziği, neşeli ve haysiyetli notaları. Kuzey Afrika’daki,
Amerika’daki, Avrupa’daki halk isyanları. Diktatörlerin eleştirisi
olarak doğan öfke, bir süre sonra demokrasilerin eleştirisine
dönüştü. İnsanlar, toplumsal örgütlenmenin yeni biçimlerini, farklı
ve eşitlikçi karar alma süreçlerinin yeni yollarını keşfetmeye
başladı. Burada hemen Gezi Parkı eylemlerini ve park forumlarını
hatırlatmak isterim. Halk hareketlerinin yaşandığı her yerde tanık
olunan, yönetime katılım yolları. Yazar, şehirlerdeki işgalleri
anarken, "Şu anda olduğumuz yeri işgal edelim" sloganı ile konuyu
üniversitelere de getiriyor. Neo-liberal saldırının saldırısı
altındaki, piyasa ölçütlerinin eğitimin içeriğini belirlediği
üniversitelere. Üniversitelerdeki öfkenin bir başka anlamı var
Holloway’e göre. Öfke, bilimsel düşüncenin merkezi ve kızgınlık
‘ussal düşüncenin’ temelidir. Çok doğru. Öfkesiz, dertsiz, tasasız
bilim olmaz. Öyle, ‘son derece tarafsız’ bir akademik faaliyet
mümkün değil. Ya da mümkün mümkün olmasına da, toplumsallıktan
kaçan bir akademinin, o toplumun ‘kendi sonunu getirmesine katkı
sunacağı,’ aşikâr: “Aklın keskinliği, dünyayı kateden öfkenin
keskinliğidir… O halde öfkelenelim, akademik ve resmi söylemin
sahte tarafsızlığına karşı öfkelenelim. Tarihin öznesiz, bizsiz bir
süreçmiş gibi sunulmasına karşı öfkemizi kuşanalım.”
Öfkenin iki yüzü var. Biri, haksızlıktan doğan kızgınlığın
keskin yüzü ki bu, toplumsal değişim için ısrarlı bir talebin
keskin yüzüdür. Diğeri, gücünü hırstan alan bir öfke. Tehlikeli
olan. Umudun ve yıkımın öfkesi. Yazara göre, söz konusu iki öfkenin
açıldığı kapılar farklı olsa da, başlangıç noktaları aynı:
“İnsanların büyük bir çoğunluğunun sömürü ve aşağılamaya maruz
kalması, pek azınınsa zenginleşme üzerine bina edilmiş bir
sistemden doğan hayal kırıklığı ve hoşnutsuzluk.”
Peki, öfkemizi nereye yönlendirmeliyiz ve öfkemizi nasıl ifade
etmeliyiz? Asıl sorular bunlar kuşkusuz. Yanıt; ‘paranın
iktidarının’ ve ‘saldırısının’ fark edilmesinde yatıyor. İnsanların
beklentilerini ve yaşam tarzlarını yok eden, mutsuzluk kaynağı olan
paranın iktidarını. Holloway paranın saldırısının sistemli
olduğunun ve kişisel düzeydeki tepkilerin, mücadeleye ‘zarar’
verdiğinin altını çiziyor haklı olarak. Örneğin, ‘bankacıları
gebertin’ sloganı, öfkeyi kişiselleştirmekten başka bir şey değil.
Tek tek bireylerin ötesine geçilebilmeli. Tam burada, bir eleştiri
de temsili demokrasiye geliyor. Çünkü temsili demokrasinin
kurumları, paranın saldırısı karşısında hareket alanları iyice
daralmış hükümetler, artık halkın çıkarlarını temsil edemiyorlar.
Dolayısıyla, gereksinim duyulan gerçek bir demokrasi. Ancak sorun,
yalnızca bir demokrasi tartışmasına da indirgenemez.
Gerçek demokrasiden kastı, her yerde görülen (ve görülmesi
gereken!) forumlar. Daha iyi bir toplum kurmak için siyasetçilere
ihtiyacımız yok. Aşağıdan gelecek bir hareket, devlet ve parti
programlarında çatlaklar yarattı ve konsey-forum-komün yöntemlerine
geri dönüş başladı. Buna mukabil, demokrasi/katılım tartışması
yürütmek tek başına yeterli değil. Peki, yaşamımızın her alanında
başat konumda olan para olmadan ne yapacağız? Yani, ‘Paranın
saldırısına direnin,’ demek kolay da, nasıl direnilecek? Evet, her
şey için paraya ihtiyacımız var. Zaten temel sorun da bu. Paraya
olan ihtiyacımız, tarihin bir döneminde ortaya çıkan ve kuşkusuz
bir başka döneminde ortadan kalkacak olan bu 'aracın', vazgeçilmez
olduğuna duyduğumuz sarsılmaz düşüncenin de sonucu. Bakın
Avrupa’daki krizlere! Uluslararası fonların temsilcilerinin
devletlerle yaptıkları pazarlıklara ve hükümetlerle görüşmeler
devam ederken, sokaktaki milyonlar sanki hiç yokmuşçasına
davranabilmelerine. "Hayır, küstahlığınızı ve önerilerini
reddediyoruz," diyebilmekte, bütün mesele.
Yazar, kitabın ilerleyen bölümlerinde paranın ezeli ebedi bir
gerçeklik olmadığını bir kez daha hatırlatıp para saldırısının üç
boyutunu, basit ve sembolik örneklerle özetliyor. Ardından
önerilerini sıralıyor. Bunları anlatmayayım ama yoksa kitabı
okumazsınız!
Belki şöyle bir son cümle, ipucu olabilir: Kriz biziz. Kriz,
bizlerin boyun eğmeyi reddetmesidir, tabi olmayı
beceremeyişimizdir. Kriz, para kazanma güdüsü ile ‘Kusura bakmayın
ama yapacak başka işlerimiz var’ ifadesi arasındaki çatışmadır.