Öfkemizi nereye yönlendirmeliyiz ve öfkemizi nasıl ifade etmeliyiz? Asıl sorular bunlar kuşkusuz. Yanıt; ‘paranın iktidarının’ ve ‘saldırısının’ fark edilmesinde yatıyor. İnsanların beklentilerini ve yaşam tarzlarını yok eden, mutsuzluk kaynağı olan paranın iktidarını. Holloway paranın saldırısının sistemli olduğunun ve kişisel düzeydeki tepkilerin, mücadeleye ‘zarar’ verdiğinin altını çiziyor haklı olarak.
Dünyanın her yerinde, demokratik ülkelerin sokaklarında, meydanlarında, mahkeme önlerinde, seçim sandıklarının başında, ‘öfkeli’ insanlar var. Kapitalizmin vardığı aşamada insanlık delirmek üzere. Hatta, delirdi! İşçiler, işçileşmiş beyaz yakalılar, öğrenciler, memurlar, küçük üretici. Her gün evinden çok erken saatte çıkan, küçük arabasına binip berbat bir trafikte yol alan, küçük ve sürekli gözetim altındaki odasında birilerinin servetine servet katmak için bir tam gün geçiren, aynı yerde hep aynı öğle yemeğini aynı insanlarla yiyen, mesai saati bitiminde aynı trafikte evine varma mücadelesi veren, kapı eşiğinde aynı yüklü faturalarla karşılaşan, akşam TV’de izlediği dizi ile tatmin olmaya çalışan ve ertesi gün aynı şeyleri yapmak için aynı saatte uyuyan insanlar. Ertesi gün işe gittiklerinde hâlâ orada çalışıp çalışmadıklarından da emin olamazlar; bir anda kapı önüne konulmaları, açlığa mahkûm edilmeleri ihtimaldir ve mecbur bırakıldıkları borçlarıyla baş başa kalabilirler. İşte bu vahim sömürü haline, ‘yaşamak’ diyoruz.
Hayır, yaşamak böyle bir şey olmamalı ve halihazırdaki saçmalık sürdürülebilir değil. Türkiye’de milli gelirin yarısından fazlası, yalnızca yüzde 1’in elinde. Dünya genelinde durum aynı şekilde vahim. Birkaç Amerikan şirketinin serveti, Afrika kıtasındaki gelirden fazla. Bu nedenle az çok akıl sahibi ve dünyadan haberdar sermayedarlar, arada bir ağızlarından kaçırıyor: Bölüşmezsek hepsini kaybedeceğiz. Haklılar, kaybedecekler! Dehşet verici gelir uçurumu yaratan ve başka türlü ayakta durma olasılığı kalmayan bu sistem her yerinden sökülüyor, dağılıyor. Kitlesel işten çıkarmalar, borçluluk, kemirilen doğal kaynaklar. Yıkımı engellemeye çalışan devletler, giderek daha fazla güvenlik önlemlerine, şiddete başvuruyor; başka çareleri kalmadı. ‘Güvenlik devletleri’ devrini yaşıyoruz. Diğer yandan siyaset yapma biçimleri değişiyor, iyi yaşamın ne olduğu sorusunun yanıtı değişiyor. Her büyük değişim gibi sancıyla oluyor. Büyük ve acılı bir sancıyla…
Bugün tanıtmak istediğim kitap içinde yaşadığımız öfke günleri üzerine. Çok yeni bir eser. İletişim Yayınları’ndan, Utku Özmakas’ın çevirisiyle 2017’de yayınlandı. Yazarı, 1947 doğumlu bir siyaset bilimci olan John Holloway. Holloway, 1991 yılından bugüne Zapatista Hareketi'yle birlikte yaşıyormuş. Çalışmaları radikal siyaset üzerine. Türkçe baskı için yazdığı önsözden, kitabın, birkaç yıl önce Leeds Üniversitesi’nde verdiği bir dizi dersten oluştuğunu anlıyoruz. Ayrıca yazar, Türkiye’de işlerinden atılan akademisyenlerin ‘alternatif mekânlarda’ verdikleri (dayanışma akademilerini kastediyor) derslerden haberdar olduğunu belirtmiş ve düşüncelerinin buralarda tartışılıp eleştirilmesinden heyecan duyacağını eklemiş. Başlayalım o zaman!
Holloway, daha ilk sayfada, temel kaygısını açıkça anlatıyor. Kitabın geri kalanı o kaygının gerekçeleri, nasıl bertaraf edilebileceği üzerine zihin egzersizi ve okuyucuya çağrı. Tüm dünyada, kitlelerin yönetimlere duyduğu öfke konusunda şu sözlerle başlıyor yazar:
“Haklı, çok haklı bir öfke bu! Gel gelelim yanlış bir yere yöneliyor. Dahası, eğer bu öfkeyi doğru hedeflere yöneltemezsek hepimizi yok edecek. Trump’a yönelik öfke, İslamcı köktendinciliğe yönelik öfke, Le Pen’e yönelik öfke, Avrupa’da ve tüm dünyada ırkçılığın ve milliyetçiliğin yükselişine duyulan öfke.”
Yazar hemen bu cümlenin ardından, söz konusu öfkenin ‘yön’ sorunu nedeniyle ‘öfkenin temeli olan şeyleri’ güçlendirdiği tespitini yaparak şu soruyu yöneltiyor: “Öfkeyi ait olduğu yere, evine geri getirebilir miyiz? Öfkeyi sermayenin iktidarına, paranın hükümranlığına duyulan bir öfkeye dönüştürebilir miyiz yeniden? Bunu düşünmeye cesaret edebilir miyiz?... Umudu bu ölüm kapanından kurtarıp nasıl can veren bir hale getirebiliriz?”
Bana kalırsa da, can alıcı soru bu. ‘Cesaret edebilir miyiz?’ Yaşam konforumuzu bozma ihtimali olan soruları sorabilir miyiz? Yoksa paranın kıskacında siyaset yaptıklarını düşünen ve o ‘paranın’ ördüğü ağda eninde sonunda kaybeden üç beş isme kızgınlık duymak yeter mi? Yetmez ama o kızgınlık şart. Gerekli olan cesareti bulmak için. İlk adım, ortada kızgınlık veren bir şeylerin olduğunu fark eder hale gelmek.
Yazar, Atina’daki sokak isyanlarını anarak başlıyor. Polisin, sıktığı gazla "Alışın, bu işler böyle vesselam" dercesine sergilediği hoyratlığa karşı, yüz binlerce insanın sloganları, müziği, neşeli ve haysiyetli notaları. Kuzey Afrika’daki, Amerika’daki, Avrupa’daki halk isyanları. Diktatörlerin eleştirisi olarak doğan öfke, bir süre sonra demokrasilerin eleştirisine dönüştü. İnsanlar, toplumsal örgütlenmenin yeni biçimlerini, farklı ve eşitlikçi karar alma süreçlerinin yeni yollarını keşfetmeye başladı. Burada hemen Gezi Parkı eylemlerini ve park forumlarını hatırlatmak isterim. Halk hareketlerinin yaşandığı her yerde tanık olunan, yönetime katılım yolları. Yazar, şehirlerdeki işgalleri anarken, "Şu anda olduğumuz yeri işgal edelim" sloganı ile konuyu üniversitelere de getiriyor. Neo-liberal saldırının saldırısı altındaki, piyasa ölçütlerinin eğitimin içeriğini belirlediği üniversitelere. Üniversitelerdeki öfkenin bir başka anlamı var Holloway’e göre. Öfke, bilimsel düşüncenin merkezi ve kızgınlık ‘ussal düşüncenin’ temelidir. Çok doğru. Öfkesiz, dertsiz, tasasız bilim olmaz. Öyle, ‘son derece tarafsız’ bir akademik faaliyet mümkün değil. Ya da mümkün mümkün olmasına da, toplumsallıktan kaçan bir akademinin, o toplumun ‘kendi sonunu getirmesine katkı sunacağı,’ aşikâr: “Aklın keskinliği, dünyayı kateden öfkenin keskinliğidir… O halde öfkelenelim, akademik ve resmi söylemin sahte tarafsızlığına karşı öfkelenelim. Tarihin öznesiz, bizsiz bir süreçmiş gibi sunulmasına karşı öfkemizi kuşanalım.”
Öfkenin iki yüzü var. Biri, haksızlıktan doğan kızgınlığın keskin yüzü ki bu, toplumsal değişim için ısrarlı bir talebin keskin yüzüdür. Diğeri, gücünü hırstan alan bir öfke. Tehlikeli olan. Umudun ve yıkımın öfkesi. Yazara göre, söz konusu iki öfkenin açıldığı kapılar farklı olsa da, başlangıç noktaları aynı: “İnsanların büyük bir çoğunluğunun sömürü ve aşağılamaya maruz kalması, pek azınınsa zenginleşme üzerine bina edilmiş bir sistemden doğan hayal kırıklığı ve hoşnutsuzluk.”
Peki, öfkemizi nereye yönlendirmeliyiz ve öfkemizi nasıl ifade etmeliyiz? Asıl sorular bunlar kuşkusuz. Yanıt; ‘paranın iktidarının’ ve ‘saldırısının’ fark edilmesinde yatıyor. İnsanların beklentilerini ve yaşam tarzlarını yok eden, mutsuzluk kaynağı olan paranın iktidarını. Holloway paranın saldırısının sistemli olduğunun ve kişisel düzeydeki tepkilerin, mücadeleye ‘zarar’ verdiğinin altını çiziyor haklı olarak. Örneğin, ‘bankacıları gebertin’ sloganı, öfkeyi kişiselleştirmekten başka bir şey değil. Tek tek bireylerin ötesine geçilebilmeli. Tam burada, bir eleştiri de temsili demokrasiye geliyor. Çünkü temsili demokrasinin kurumları, paranın saldırısı karşısında hareket alanları iyice daralmış hükümetler, artık halkın çıkarlarını temsil edemiyorlar. Dolayısıyla, gereksinim duyulan gerçek bir demokrasi. Ancak sorun, yalnızca bir demokrasi tartışmasına da indirgenemez.
Gerçek demokrasiden kastı, her yerde görülen (ve görülmesi gereken!) forumlar. Daha iyi bir toplum kurmak için siyasetçilere ihtiyacımız yok. Aşağıdan gelecek bir hareket, devlet ve parti programlarında çatlaklar yarattı ve konsey-forum-komün yöntemlerine geri dönüş başladı. Buna mukabil, demokrasi/katılım tartışması yürütmek tek başına yeterli değil. Peki, yaşamımızın her alanında başat konumda olan para olmadan ne yapacağız? Yani, ‘Paranın saldırısına direnin,’ demek kolay da, nasıl direnilecek? Evet, her şey için paraya ihtiyacımız var. Zaten temel sorun da bu. Paraya olan ihtiyacımız, tarihin bir döneminde ortaya çıkan ve kuşkusuz bir başka döneminde ortadan kalkacak olan bu 'aracın', vazgeçilmez olduğuna duyduğumuz sarsılmaz düşüncenin de sonucu. Bakın Avrupa’daki krizlere! Uluslararası fonların temsilcilerinin devletlerle yaptıkları pazarlıklara ve hükümetlerle görüşmeler devam ederken, sokaktaki milyonlar sanki hiç yokmuşçasına davranabilmelerine. "Hayır, küstahlığınızı ve önerilerini reddediyoruz," diyebilmekte, bütün mesele.
Yazar, kitabın ilerleyen bölümlerinde paranın ezeli ebedi bir gerçeklik olmadığını bir kez daha hatırlatıp para saldırısının üç boyutunu, basit ve sembolik örneklerle özetliyor. Ardından önerilerini sıralıyor. Bunları anlatmayayım ama yoksa kitabı okumazsınız!
Belki şöyle bir son cümle, ipucu olabilir: Kriz biziz. Kriz, bizlerin boyun eğmeyi reddetmesidir, tabi olmayı beceremeyişimizdir. Kriz, para kazanma güdüsü ile ‘Kusura bakmayın ama yapacak başka işlerimiz var’ ifadesi arasındaki çatışmadır.