'Oğlum umudumu yeşil tutuyor'
Ercan Kesal, son kitabı Cin Aynası’nda doktorluk yıllarını, edebiyat ve sinema serüvenini, bir evlat ve bir baba olarak deneyimlerini cömertçe gözler önüne seriyor.
Nida Dinçtürk nidadincturk@gmail.com
Peri Gazozu, Nasipse Adayız ve Evvel Zaman ile bir ilaç içme düzeninde okumaya alıştığımız ve okudukça iyileştiğimiz Ercan Kesal, bize yeni bir reçete yazdı: Cin Aynası. Kesal’ın özellikle BirGün Pazar’da yayımlanan yazılarının bir araya geldiği Cin Aynası, birkaç yeni yazıyı da bünyesine katmış, daha önce yayımlanan yazıları ise bir anlamda kendi içinde tasnif etmiş bir eser. Kesal’ın yazmaya, sinema yapmaya dair dürtülerini derinlemesine sorguladığı, bu anlamda okurunun da dürtülerini harekete geçirmesi, en azından kendini keşfetmesini sağlaması muhtemel metinlerin bir toplamı.
Ercan Kesal’ın kendi yaşamından beslenen öykülerini bilen bilir, yüzeysel hikayelerin peşinde değildir. Adeta röntgen çeker gibi bakar gövdelerimize, ruhumuzu görebilmek için çabalar, yaralarımızı keşfeder. Bizleri, bize kendi hikayemizi anlatarak iyileştirmeye çalışır. Peri Gazozu’ndan beri ruhumuzun röntgenini çekmekte olan Kesal, Cin Aynası’nda yine misyonunu sürdürüyor, hatta belki çıtayı daha yukarı koyuyor. Aynadaki yansımamızın bize yaptığı oyunlar kadar, yansımayı gören gözü de sorguluyor. Bu yetmiyor, başkalarının gözünden kendimizi gördüğümüz aynaların sırrını da döküyor.
Kesal’ın en çok Evvel Zaman kitabında karşılaştığımız sinemacı yüzü, Cin Aynası’nda iyice açığa çıkıyor. Gidişatımız, halet-i ruhiyemiz kadar sinemanın hayatımızdaki anlamlarına dair de zihin açıcı hikayeler anlatıyor. Okurunun ruhundaki çiçekleri suluyor, tatlı heyecanlar uyandırıyor. Sinemanın büyüsüyle edebiyatın gücünü bir araya getirip kuvvetli bir maya tutturuyor.
Yaptığı her işin hakkını vermesine hayret etsek de artık yadırgamadığımız Ercan Kesal, doktorluk yıllarını, yazarlık ve sinemacılık yolculuğunu, hatta babalık ve evlatlık deneyimlerini cömertlikle önümüze döküyor.
Ercan Kesal’la Gezi’yi, yenilenen acılarımızı, ümitlerimizi konuştuk.
"Cin Aynası"nda çoğunlukla son yıllarda kaleme aldığınız, haliyle Gezi'nin kokusu sinmiş yazılarla karşılaşıyoruz. Sizce Gezi Parkı olayları, hem destekleyen hem de desteklemeyenler nezdinde, Türkiye'de nasıl bir değişim yarattı?
Hem destekleyenleri hem de karşı çıkanları ortaklaştıran bir duygu durumundan söz edilecekse o da ‘’şaşkınlık’tır. Gezi hem muktedirleri hem de muhalifleri şaşırttı. Muktedirleri ayrıca korkuttu ki bu da anlaşılır bir şey. Diyelim ki siz; her şeye egemen olduğunuzu ve kontrol altında tuttuğunuzu zannettiğiniz bir anda, aslında hiçbir şeyin tam olarak kontrol edilemeyeceğini, her şeyin pekala alt üst olabileceğini gördüğünüzde, ne hissedersiniz? Gezi’den heyecanlanan ve yanında yer alanlar ise onun politik örgütlülük anlamında sürdürülebilir bir niteliğinin olmamasına şaşırıyorlar. Gezi’yi belki bu kadar etkili kılan, sınıflandırılamaz ve kendiliğinden olmasıdır. Gezi, ‘çocukların canının erik istemesi’ kadar naif; ama aynı çocukların ‘üşüdükçe kendilerini yakmaları’ kadar da aşkın bir süreçti. Bu yüzden toplumsal hafızamıza sağlam bir çentik attı.
"Tanık" yazınızda Anadolu'dan bir deyişe yer veriyorsunuz: zulmün artsın ki tez zeval bulasın. Bizim ülke olarak içinde bulunduğumuz durumu da böyle değerlendirebilir misiniz?
Aztek Maya uygarlığında güneşin her gün yeniden doğabilmesi için insanlar kurban ediliyordu ve bu sayı çöküş döneminde binleri bulmuştu. Çöküş döneminde mi kurban sayısı artmıştı, yoksa kurbanların korkunç sayılara ulaşması mı çöküşe yol açmıştı? Galiba ikisi de doğru ve birbiriyle ilintili. Diyalektik bir süreç. Olumsuz gidişat mutlaka kendi içinde bir itirazı ve alternatifini de yaratıyor. ‘Zulmün artsın ki tez zeval bulasın’ cümlesi, Anadolu coğrafyasının ve Anadolu insanının yaşadığı zulümler karşısındaki çaresizliği ve biriktirdiği deneyimlerinin sonucu olarak bulduğu bir cümle. Ama zaman değişti, dünya küçüldü. İyi ki böyle oldu! Bu durum toplumların yalnızlaşmasını ve içe kapanmasını da önlüyor. İnsanlar artık, zulmün artmasını beklemek yerine itiraz etmeyi, dayanışmayı ve kendi taleplerine sahip çıkmayı tercih ediyorlar.
Türkiye'nin ve dünyanın giderek daha iyi bir yere dönüşeceğine inanıyor musunuz?
Tüketim toplumlarının eninde sonunda varacağı yere çoktan geldik. Yeryüzü kaynaklarıyla, çevremizle ve gıdalarla kurduğumuz ilişkide hastalıklı bir kirletme ve yok etme halindeyiz. Dünya nüfusunun yarısının sağlıklı içme suyuna sahip olmadığı, milyarlarca insanın açlık sınırında yaşadığı bir gerçek. Bu, vahşi kapitalist sistemin ve onun yarattığı insan modelinin suçudur. Ama olumsuzluklar kendi çözümlerinin de taşıyıcısıdır aynı zamanda. Sınırlı ömrümüzde yaşadıklarımız, kayıp ve yenilgilerimiz bizi umutsuz bir haleti ruhiyeye sevkedebilir lakin, dünyanın ve insanlığın zengin bir hafızası var. Toplumlar çok daha bilinçli ve duyarlı artık. Çocuklarımız iyi kalpli, inançlı ve açık zihinli. Bizden öncekilerden devraldığımız birçok olumsuz düşünce ve davranış biçimi onlarda yok. Fazla mı iyimserlik, ama umutluyum ben.
Umudunuzu ne yeşil tutuyor?
Kendi çocuğum…
'O KELİMELER HENÜZ İCAT EDİLMEDİ'
Siz mekanların ruhuna inanan biri olarak, 2016 Türkiyesi'nde yaşananların ardından "Hainler mezarlığı" ya da eğlence parkı mı olsun otel mi tartışmalarına konu olan askeri okullar için ne düşünüyorsunuz?
Askeri okul olmasının benim açımdan hiç bir özel önemi yok, ama yöneticilerin sadece askeri okullar için değil, İstanbul’un tüm kadim mekanlarına ilişkin bakışları böyle ne yazık ki. Mekanlarla ilişkisini anıların ve sanatın kıymeti üzerinden değil rant değerleri üzerinden kuran bir anlayış şehre nasıl bir katkı sunabilir ki? Yıllarca, faili meçhul oğullarını arayan ailelerin, oğlunun hiç olmazsa cenazesine, bir mezar yerine sahip oması için dua eden annelerin hikayesine şahit oldum, yazmaya çalıştım. ‘Hainler Mezarlığı’ meselesine de bu açıdan bakarım. Cenaze namazını farz kılmış, bir beldede ölen birinin cenaze namazı kılınmazsa orada yaşayan herkesin günahkar olacağını söyleyen bir dinin mensupları olarak, ölüler ve mezarlarla ilgili gelinen yer iç burkucu.
Hepimiz tarihin birer dinleyicisiyken yaş aldıkça anlatıcısına dönüşüyoruz. Söz gelimi, Dersim'in dinleyenleriyken bugün Sivas'ın Maraş'ın ve Gezi'nin anlatıcılarına dönüştük. Hangi tarafta olmak daha zor dersiniz?
Kuşkusuz acının öznesi olmak tarif edilemez bir zorluktur. Ateş düştüğü yeri yakıyor. Evladını kaybetmiş bir annenin kederini anlatacak kelimeler henüz icat edilmedi. Anlatıcılık, daha korunaklı bir yerden konuşmak gibidir. Sözünüz bitince pekala olağan hayatınıza dönebiliyorsunuz. Ama kaybedenlerin acısı hiç geçmiyor ve bir miras gibi aktarılıyor.
"Biri Konuşunca Aydınlık Oluyor" yazınızda Bir Zamanlar Anadolu'da filmi için en çok Dr. Cemal'in otopsi raporunun sorulduğundan bahsetmişsiniz ya; siz Ali İsmail'i komaya girmeden önce muayene eden Dr. Hasan için ne düşünüyorsunuz?
Hekimliği sıradan bir teknisyenlik haline getiren kapitalist sağlık düzeninin toplumsal ve politik bakiyesidir bunlar. Yaptığı işin insanı anlamak ve yol arkadaşlığı yapmak olduğunu unutan bir hekim, hastasına bir nesne gibi davranmaktan çekinmez. Onu anlayamaz, diğerkam olamaz. Sorumluluk duygularından, vicdani yükümlülüğünden ve kendine olan saygısından vazgeçmiş herhangi bir meslek mensubu en olmadık şeyleri yapabilir, yapar.
De Niro'nun karidesini kapıp, Leon'da hayran kaldığınız o küçük kızdan övgüler duymuş, kitaplığınızı kuran ilk kitabın bir başka baskısını yıllar sonra usta bir yönetmenden armağan olarak almışsınız. Tüm bunlardan sonra, ‘Bir Zamanlar Anadolu'da'nın yüzyılının en iyi filmlerinden biri seçilmesi neler hissettiriyor? Bu kadarını bekler miydiniz?
Ben, başımdan geçen bir olaydan yola çıkılarak çekilen filmin senaristlerinden (Diğerleri Ebru ve Nuri Bilge Ceylan) ve oyuncularından biriyim. Bir Zamanlar Anadolu’da filminin başarısı filmin yönetmeni Nuri Bilge’ye aittir. Filmin başarılarına, doğrusu pek şaşırmıyorum. Daha çok, aklımızdan geçenlerin ya da düşündüklerimizin doğrulandığını görmekten kaynaklanan bir kendini iyi hissetme hali var. Şükürler olsun… Kitapta rastlamışsındır, Bir Zamanlar Anadolu’da filminin galasında, bilmem kaç kişilik efsane Grand Lumier Theatre salonundaki seyircilere Keskinli Hacı Taşan’ın ‘Allı Turnam’ını dinlettirmenin bile tek başına sinema yapmak için yeterli sebep olduğunu söylüyorum.
ERCAN KESAL KİMDİR?
Ecan Kesal, 1959 Avanos/Nevşehir doğumlu. 1984 yılında Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun oldu. Uzun yıllar Ankara, Keskin, Bala ve köylerinde sağlık ocağı hekimliği yaptı. Serbest hekimliğe başladığı yıllarda uygulamalı psikoloji ve sosyal antropoloji eğitimleri aldı. İlk şiir ve yazıları, tıp fakültesi öğrencisiyken, İzmir’de çıkan Dönem dergisinde yayımlandı. Mecburi hizmet yıllarında Son Reçete dergisinde söyleşiler yaptı, yazılar yazdı. 1990 yılından sonra geldiği İstanbul’da, Era Yayınları’nın kurucularından oldu. Şizofrengi’de yazdı. Radikal ve BirGün gazetelerinde hikâyeleri ve denemeleri yayımlandı. Senaryolar yazdı. “Uzak” filmindeki rolüyle başlayan sinema serüveni, daha sonra birçok filmde oyuncu ve senarist olarak devam etti. İletişim Yayınları’ndan 2013’te Peri Gazozu ve 2015’te Nasipse Adayız, 2016'da Cin Aynası adlı kitapları yayımlandı. 2014 yılında İthaki Yayınları’nca yayımlanmış Evvel Zaman isimli bir kitabı daha bulunuyor.