Oğuz Atay: Kendi yörüngesinde bir büyük gezegen

Edebiyatı ciddiye alan yazarlardandır Oğuz Atay. “Korkuyu Beklerken” öyküsünde çarpıcı bir şekilde özetler gibidir.

Abone ol

Prof.Dr. Handan İnci

DUVAR - Oğuz Atay Türk edebiyatının en önemli yazarlarındandır, demek yeni bir şey olmaz. Edebiyatımızın bir kilometre taşı, bir kırılma noktası olduğunu söylemek de öyle. Atay’dan sonra romanımızda bambaşka bir kulvar açıldığı defalarca dile getirildi. Gerçi bu kulvarın ilk çizgisini Yusuf Atılgan’da buluruz ama çatlağı derinleştiren, ana gövdeden ayıran ve özgün bir yön çizen Atay’dır.

DAHA ''FAZLA'' VEYA DAHA ''TAM''  

Oğuz Atay’ın az yazdığı, eksik bıraktığı söylenir ama Atay edebiyatı bugün elimizde olandan daha “fazla” veya daha “tam” olabilir miydi? Oyunlarla Yaşayanlar’ın son bölümünde Coşkun Ermiş, “insanlığa bir şeyler bırakabildim mi dersiniz. Görevimi yapabildim mi dersiniz,” der ölmeden önce. Oyun böyle biter. Eğer yazardan bu tür bir şey bekleyeceksek, Atay bunu hem de çok iyi yapmıştır. Atay’ın genç ölmesi üzücüdür elbette ama o kısa sürede bile, büyük bir dönüştürücü olduğunu, ardında etkileri günümüze kadar sürüp gelen bir edebi toplam bıraktığını söyleyebiliriz. İlginç bir şekilde, Atay da benzer bir tespiti genç yaşta ölen Orhan Veli için yapmıştır.

Hakkında yazdığı birkaç yazardan biri olan Orhan Veli, için “işini bitirdi” diyor, mesela. Atay da az zamanda ve az eserle Türk edebiyatında derin, geniş bir alanı doldurmuş, uyandırmak istediği etkiyi yaratmış, “işini görmüş”tür… Ama yine de yaşasaydı neler yazardı diye düşünmemek elde değil. En büyük hayıflanma, kaleme alamadığı “Türkiye’nin Ruhu” projesi için hissedilir. Oysa bu da yersizdir bana kalırsa. Atay, romanları, öyküleri, oyunu ve günlüğüyle, yani eserinin bütünüyle bu ruhu çok derin ve incelikli gözlemlerle görüntülemeyi başarmıştır çünkü. Atay’ın kitapları arasında bir “değer sıralaması” yapmayı tam da bu nedenle anlamsız bulurum.

Bir hayat algısının ve yaşayış eleştirisinin farklı tekniklere dağılmış bütünlüğünü yansıtan Oğuz Atay kitaplarını birbirinden ayırmak mümkün değildir sanki. Bununla birlikte, Atay’ın yazı evrenine girmek için anahtar kitap, 'Günlük' olmalıdır. Aynı şeyi Tanpınar için de düşünürüm. Yazarını tanırsak bunların neden böyle yazdıklarını daha iyi kavrarmışız gibi gelir. Çok ustaca dönüştürseler bile, ikisinin de yazdıkları çağlarından, yaşantılarından, deneyimlerinden beslenir.

''BEN BİR ŞEYİN TAKLİDİYDİM''

Edebiyatı ciddiye alan, tartışmak istediği meseleleri olan yazarlardandır Oğuz Atay. Bu “meseleleri” yüklediği roman ve öykü kişileri, Türk toplumunun iki yüzyıla yaklaşan Batılılaşma sürecinde ortaya çıkan kültürel/sosyal krizleri bir mikro-kozmos gibi içlerinde taşırlar. “Korkuyu Beklerken” öyküsünde geçen şu cümle Atay’ın edebiyat evreninde yaşayanların trajedisini çarpıcı bir şekilde özetler gibidir: “Ben bir şeyin taklidiydim, ama aslımı bile öğrenememiştim.”

“Ülkemiz denilen oyun yeri”nde var olma deneyimini sarsıcı bir ironiyle kaleme alır Atay. Yazdıklarının ekseninde, Türkçede roman türünü geliştirmeye çalışan bütün yazarların başından beri uğraşıp durduğu, Batılılaşma sürecinin şu bitmez tükenmez problemleri vardır. Atay’ın farkı, kendisinden öncekilerde trajik bir hal olarak yaşanan ve aşılması mümkün görülmeyen “iki uç arasında sıkışıp kalma durumu”ndan ironinin yardımıyla çıkabilme yollarını aramasıdır. Atay, hem Doğu-Batı arasına sıkışmış toplumu, hem de bu toplum içinde kendi kendine kapanmış aydını anlatmaya çalışır.

''CANIM İNSANLAR''

Başka bir deyişle, romanlarında sık sık “canım insanlar” diye seslendiği, neredeyse severek hırpaladığı, hatta sevdiği için hırpaladığı vatandaşlarını yazmak istemiştir... Atay’ın nihai amacı, bu “canım insanlar”ın oluşturduğu bir Türkiye’nin ruh haritasını ortaya çıkarmaktı. Bütün büyük romancıların yapmak istediği gibi, yetiştiği ve yaşadığı topluma ait “derin gerçeği” keşfetmeye çalışıyordu. Şöyle diyor günlüğünde:

“İnsanlarımızın, daha doğrusu benim ilgilendiklerimin dünyaya nasıl baktıklarını -benim bilebildiğim, görebildiğim kadar- anlatmak istiyorum. Batı Dünyasından bütünüyle farklı bir görüşü anlatmayı bilmem nasıl becermeli?”

Kaygısına gerek yoktur aslında, bunu çok iyi başarmıştır Atay. Çocukluk döneminden başlayarak, bireyin evde, okulda yetişme biçimini, zihinsel/ruhsal dünyasının çatılma sürecinde yaşanan kırıklıkları, bunların sonradan nasıl bir bir su yüzüne çıktığını anlatırken ülkenin orta yerinden gelip geçen bir çok hayatın özünü yakalar. Günlüğünde bu ortalama ve ortak ruh halimiz için şunları söylüyor:

“Bana öyle geliyor ki biz çocuk kalmış bir milletiz ve daha olayları ve dünyayı, mucizelere bağlı, ‘myth’lere bağlı bir şekilde yorumluyoruz en ciddi bir biçimde. Aklı başında bir Batılının gülerek karşılayacağı ve bize ölesiye ciddi gelen bir şekilde. Bir başka nokta daha: öyle bir yarım yamalaklığımız var ki, bizim dramımız, trajedimiz, akıl almaz bir biçimde gelişiyor. Ayrıca, bir trajedinin içinde olduğumuzun farkında bile değiliz. Çok güzel yaşayıp gittiğimizi sanıyoruz.

Tutunamayanlar, işte bu “çok güzel yaşayıp gittiğini” zanneden Turgut’un, Turgutların dünyasına atılmış bir bomba gibidir. Sarsıcı patlamalar bu konforlu hayatların üstündeki boyaları çatlatıp döktüğünde arkasından toplumun ikiyüzlü, sahte değerler dünyası ortaya çıkacak, harcıyla, sıvasıyla binayı inşa eden koca bir sistem görünür olacaktır. İlkokuldaki öğretmenimizden, evdeki evbeveyne, işyerindeki patrona kadar pek çok merkezden kurulan yönetilen bu seri imalat fabrikasının üretimi olmaktan ancak Selim gibi intihar ederek, Turgut gibi kaçıp izini kaybettirerek ya da eve kapanıp korkuyu bekleyerek kurtulmak (bunlara kurtuluş denebilirse) mümkün olacaktır.

Atay’ın edebiyat yoluyla kurcalamaya ve cevaplar aramaya çalıştığı Batı modelli modernleşme sürecinin etkileri, önceki yazarlarımız tarafından çoğunlukla edebiyatı örseleyen, dogmatik bir tavırla işlenenmiştir. Tanpınar’dan sonra bu malzemeyi “iyi edebiyat” içinde dokuyabilen nadir yazarlardan biridir Oğuz Atay. Tanpınar gibi, onun da bu konuda bir projesi, kesinleşmiş teklifleri değil, sadece ironisiyle fark yaratan eleştirisi vardır.

Toplumunun Batılılaşma sürecinde yaşadığı sıkıntılar, yabancılaşma duygusu, kimlik bunalımı temel bir izlek olarak bütün romanlarının, hikayelerinin ve oyununu temeline yerleştiren Atay’ın bu konuda özellikle aydının rolünü sorguladığı biliniyor. Günlüğünün en öfkeli satırları, halkına uzak düşmüş aydınlara yönelir: “Aydınımız ülkesinde kendini yabancı hissediyor. Ülkemizi sevmiyoruz, kaçıp gitmek istiyoruz. (…) Halkı sevmediğimiz için kendimizi ülkemizde istenmeyen bir misafir gibi hissediyoruz. Bu yüzden onu tanımak, onun derinliğini, ruhunu hissetmek istemiyoruz.”

Atay’ın büyük projesi işte bu ruhu açığa çıkarmaktı. İçinde yaşadığı edebiyat ortamın, sık sık yakındığı elverişsizliğine rağmen o kısa ve yoğun yazı döneminin mahsulü olan üç buçuk roman, bir öykü kitabı, bir tiyatro oyunu ve bir günlük ile bu kazıyı epeyce derinleştirmeyi başardı. Yaşadığı dönemde edebiyatına ve meselelerine yeteri kadar dikkati çekememiş olmaktan yakınan Atay’ın “hayatı ve eserleri” bugün iyi edebiyatın, iyi yazarın yerini mutlaka bulacağının etkili bir örneği olarak ayrı bir değer de taşıyor.

1984’te kitapları yeniden basılırken ikinci doğuşunun eşiğinde duran Atay için şöyle yazmış Enis Batur: Atay’ın kurduğu dünya, bu dünyayı kavrayan dili ve üslubu ile önümüzdeki yıllarda iyiden iyiye etkili olacağını ileri sürmek kâhinlik sayılmaz. Kimi kuyruklu yıldızlar da böyledir işte: Geçip gitti sandığımız an, dönüp gelirler.”

Batur fazlasıyla haklı çıktı. Fazlası şu: Atay’ı dönem dönem gökyüzünde beliren parlak bir “kuyruklu yıldız”dan çok, kendi ekseninde dönen bir büyük gezegene benzetmek gerek artık.