Akademisyen ve sanatçı Burak Delier, işten çıkarılmış gazeteci ve KHK'lı akademisyen üç yoldaşıyla, 'Bar' ve 'Dergi' kültürünü fikir ve tartışma üretimi adına melez ve kamusal bir varoluş alanına dönüştürdü. İlk sayısını 'OHAL' başlığı ile sunan, dert ortaklığıyla basılan ve yayılan Beyoğlu'ndaki 'Bardergi'nin metinleri, hayatın kızıl 'neon' menüsüne dahil.
Her daim bir 'fetih' odağı ve kamusal alan olarak Türkiye'nin
nabzını şekillendirmiş İstanbul Taksim'in (İroni: Paylaşım/bölüşüm)
vahşi kapitalizmin de etkisiyle yaşadığı kültürel, ekonomik ve
sosyolojik dönüşüm, çoğu yazı ve habere konu olurken, bu
'gidişat'tan kaygı duyanlar da ağırlıkta.
Mekânların ve buradaki eğlence yerleri ile içeriklerinin
gittikçe 'popüler'leşmesi, salt eğlenceyi hedeflemeyen, toplumu
zenginleştirici içerik üretici kültür - sanata daha az yer verilir
olması ve ülkelerinde artan baskı ve zulmün de etkisiyle, bölgede
sayıları giderek artan yabancı misafirler ile, emlak mafyası ile
yerel yönetimin 'hizmet rantı'ndan kaynaklanan haksız dönüştürme
dalgasının canlı ve 'tarihi doku'ya verdiği zarar, kulaktan kulağa
fısıldanıyor. Vaktiyle, eski fotoğraflarından da anımsayacağımız
gibi, tabelalarında en az üç dilin okunabildiği tarihi bölgede
bugün, ağırlıklı olarak adeta Arap baharı esiyor.
Yine de, ilginç, umut verici uygulamalar da bu karamsar
manzaradaki yerlerini almıyor değil. Pek çok yeni sanat mekânı,
kitabevi art arda açılıyor, SALT ve Ada gibi, vaktiyle kapanmış
eski kurumlar ziyaretçileriyle tekrar buluşmanın heyecanı için, gün
sayıyor. Yakında yeniden izleyicisiyle bu bölgede buluşacak olan
sanatçı Selda Asal imzalı Apartman Projesi gibi, 'Kendini Bar
Zanneden Dergi' de, bu kurumsal çabalar arasında, 'biricik'liğiyle
öne çıkıyor.
Proje aslında hem dergi, hem bar hayatı yaşayan, melez bir
üretim ve söylem alanı olarak, aşırı özelleştirilmiş ve kendi
özgürlüğüne bile yabancılaştırılmış mekânları geri dönüştürme
çabasının, gözüpek bir örneği. Arkasına çağdaş sanatın yaratıcı ve
eleştirel tavrını da alan Bardergi'nin işlerini Taylan Kesanbilici,
Emre Tansu Keten, Eylem Akçay ve Burak Delier yürütüyor.
Kesanbilici, işinden olan kıdemli bir gazeteci. Keten ise, Barış
için akademisyenler listesinde bulunarak imza verdiği için, KHK ile
işinden olmuş. Burak Delier ise, halen Sakarya Üniversitesi'nde
öğretim üyeliği yapan, çağdaş sanat dünyasının yakından tanıdığı,
metinleri ve yapıtlarıyla, aktivist ve çalışkan bir figür.
Mekânın açılışını 16 Mart akşamı sanatçı Volkan Aslan'ın DJ'liği
eşliğinde yapan dörtlü, ilk sayısı 'OHAL' temasıyla basılan ve altı
ayrı metin refakatinde 'yaşanan', haftanın her günü 17.00 - 02.00
arası açık ve menüsüyle sırf mideleri değil, akılları da doyuran
Bardergi'nin doğum hikâyesini bizimle paylaştı.
.
Böyle bir projeye niçin ihtiyaç duyuldu,
Türkiye'de bara mı gidilmiyor, yoksa dergi mi okunmuyor
?
Burak Delier:Aslında böyle bir şeyden çıkmadı
bu proje ama gerçek şu ki bara gelinmiyor. Olan dergilerden de
memnun değiliz. Ben Taylan'ın Deutsche Welle'deki röportajını
okudum. Ve orada, gazetecilik ve dergicilik yapmak istediği
halde şu andaki kurumlarda bunu yapamayacağı bilgisi mevcuttu.
Bizim dergide de bu konu ile ilgili 'Emek, Meslek, Kimlik' üzerine
Yıldırım Şentürk, Eylem, ben ve Aslı Odman ile yaptığımız bir
yuvarlak masa toplantısı var. Bu konuda birkaç başlık var; ilki
Türkiye'de çalışırken ölenler, inşaat işçilerinden Soma'ya kadar;
iki, mesleğinden ihraç edilenler... Bunlar, barış
akademisyenlerinden gazetecilere, medyadaki habercilere uzanıyor.
Bir de, işini yapma koşulları ortadan kalktığı için bunu yapmaktan
vazgeçenler var...Küstürülenler, ders vermek istemeyen, az ders
veren hocalar... Gazetecilik yapacağıma bar açacağım
diyenler...
Taylan'ın DW söyleşisinden sonra hepimizin böyle bir cenderenin
içinde olduğumuzu gördüm ve o zaman, şu iki şeyi beraber yapalım
dedim... Hatta bu konunun aynısı kültür sanat kurumlarında da
yaşanıyor bugün. Gazetede kültür ve sanatla ilgili yazı
çıkaramıyorsun, sanat kurumlarındaki sansür ve oto sansürü aştığın
zaman birşey yapabilirsin, fakat sanat kurumları olan durumdan
korktukları için, 'tehlikeli' işlere sanatçı ve küratörü de davet
etmeyebiliyor. Örneğin bir kurumda 'tartışma' etkinliği var, ama
etkinlikte tartışmanın kendisi yok...
Bu anlamda geri çekilmek yerine, ticarî olarak yapmak istediğin
şeyle hayatta kalmak için yaptığın şeyi nasıl birleştirirsin sorusu
üzerinden Taylan ve Eylem'e ulaştım. Taylan benim facebook
fotoğrafımı görünce beni hiç ciddiye almamış hatta! Çünkü benim
oradaki fotoğrafım Dolandırıcı Eyüplü Halit’in fotoğrafı ve bunu
görünce 'Kim bu adam?' bile demiş... Daha sonra oturup konuştuk.
Elimizde bu ışık - yazılar fikri ve dergi de henüz yoktu. Bu konuyu
geçen Eylül Ekim aylarında konuştuk. Ve bu duruma kadar geldi. Bu
projeye katkısı olan çok arkadaşımız var aslında. Örneğin sanatçı
Ali Miharbi, bu dergi/mekândaki ışıklı yazıları yaptı. Bunların
patenti bile alınabilir.
.
Medyadaki 'altyazı haberciliği' gibi bir havası var
bunun, değil mi? Hatta, küçük yazılar birer sütun, köşedekiler
zaten malûm, köşe yazısı!
Burak Delier: Evet hakikaten böyle
bir havası da var, dahası bu proje her türlü modifikasyona da açık
zaten. Çağrımızı da yaptık. Esnek ve süreçle gelişecek bir proje
bu. Ama metinler esnek; köşe yazısı yapsaydık, 90 derecelik açıyla
yerleştirirdik! (Gülüşmeler..)
Eylem Akçay: Sözün alanı daraldı, memlekette
böyle bir gidişat var. Sözle birlikte toplumda işe ayrılan alan da
daraldı. Meslek dediğimizde onun toplumsal işlevini de düşünürüz.
Onu güzellediğimiz bir yer vardır ve bir işe yaradığını düşünürüz.
Bu işlev sözle de benzeşiyor. Örneğin akademisyen Onur Hamzaoğlu,
bebek kakalarında görülen ağır metalleri araştırıyor ve Dilovası
civarındaki kirliliğin insan sağlığına verdiği zararı ortaya
koyuyor. Ama bu çalışmayı yayımlaması yasaklanıyor. Bunu
yayımlayamaması demek bu bölgedeki tüm çalışmaların, mesleklerin,
örneğin doktorluğun ve fabrika işçiliğinin toplumla ilişkisinin
kopması demek bana kalırsa. Bu alanların daralması, bazı şeylerin
söylenememesiyle sınırlı kalmıyor. Sözün akacağı mecralar da
daralıyor. Bir yandan sözün iletilmesinin teknik imkânları artıyor,
diğer yandan daralan içerik biçimi de belirliyor. Medya kendini,
işleyişini ve sunumunu yeni ve boşaltılmış içeriğe uygun olarak
şekillendiriyor. TV kanalları şekil değiştiriyor. Basılı dergi ve
gazeteler de öyle.
Otosansürün ağırlığı altında giderek dil de
soyutlaşıyor. Her şey Brecht'yen bir durum yaşatıyor. Herkes neden
bahsettiğini biliyor olsa da bunu birbirine telaffuz edemiyor.
Gayet Sovyetik, totaliter bir hava aynı zamanda bu.
E.Akçay: Evet. Aynen. Söylenememesi,
söylenmediği anlamına da gelmiyor ve bir şekilde gene söyleniyor.
'Burada kırmızı kalem yok,' hikâyesi yaşanıyor. Hikâye şöyle:
Avrupalı iki idealist yoldaştan biri Sovyetler'e davet ediliyor.
Kalan yoldaş, Sovyetler'de hayatın nasıl olduğunu, iyi mi kötü mü
olduğunu mektupla anlatmasını istiyor. Ancak yanlış ellere
geçmesinden korkarak kötü şeyleri de tam tersiymiş gibi yazması,
ama onları kırmızı kalemle yazması konusunda anlaşıyorlar. Geziye
giden yoldaş, 'Burada her şey çok iyi, çok güzel ama tek bir şeyin
kıtlığı var, burada hiç kırmızı kalem yok,' diye bir mektup
gönderiyor! Tam öyle bir noktadayız. Bir şeyler zorunlu olarak
söylense de, doğru şekilde söylenemiyor. Bu proje belki de bir
şeylerin nasıl söylendiğini tartışmaya, veya doğru şekilde
söylenebilirliğine ilişkin olabilir. Bir şey daha var: Burası para
kazanması gereken bir iş yeri ve aynı zamanda bir dergi. Bu ikisi
şimdiye kadar ayrıydı: Bir bardan para kazanabilir ve memlekette ne
yazık ki 'para etmeyen bir iş' olan dergi çıkarmaya
yönelebilirsiniz. Reklâm filan almıyorsan dergiden para kazanman
çok zor. Derginin içeriği resimsiz, siyah-beyaz ve metinlerden
ibaret. Dergi içeriği bar ve bir barda genelde yapılan şeylerle
alâkalı değil. Yani, dergi bara davet etme işlevi taşımıyor ve bar
da zaten dergi okunacak bir yer değil. Ama bu ikisinin, özellikle
Taylan ve Emre için aynı anda var olması zorunlu. Ve çok zor. Bu
zorluk ve zorunluluk, Bardergi'nin nasıl olması gerekiyorsa, nasıl
olabiliyorsa o şekilde olmasına sebep oluyor. Tüm bunların
zorlamasını da yansıtıyor buradaki iş.
B.Delier: Bu gerçekten koşulların
getirdiği bir şey oldu. Buraya girdiğimizde ne yaparsak yapalım,
burası bir bar ve hazırlanan yazıları okumak için de ille de ışık
gerekecekti. Işık koyduğun andan itibaren ise o bir sergiye
dönüyordu. Karanlık ortam için okunabilecek bir şey olarak bu kayan
ışıklı yazılar meselesini düşündük. Daha sonra parlak olan
ışıkların üzerine film çektik...
Sokağa çıktığımızda şirketlerin, bar ve kafelerin çok
dilli sloganlarından, köprü ve tarihi yapı aydınlatmalarına, oradan
camilerin 'akaryazı' mahyaları ve girişlerindeki 'naklen' dini
metinlere kadar, epey neon bir demokrasi içinde yaşadığımız alenen
görülebiliyor. Dışarı çıktığımızda bu algıdan yorulacak
haldeyiz.
Taylan Kesanbilici: Ben normalde gazeteciyim.
Emre benim çok eski okul arkadaşım ve aynı zamanda KHK ile ihraç
edilmiş bir akademisyen. Yine bizim beraberce dergi yapma adına
'Spot' isimli bir proje birlikteliğimiz ve alışkanlığımız vardı.
Velhasıl, ben gazetecilik yaptığım dönemde, ücret problemi, çalışma
koşulları içindeki mobbing, sizin hissettiğiniz oto sansür ve
sansür meselesi ile uğraştım ve en çok da sendikalı bir gazeteci
olduğum için işten atıldım. Ardından da, hiç tahmin etmezken
kendimi meyhane işletir halde buldum ve sonrasında da, baktım ki
Emre ile bir kader ortaklığı var ve biz, bar işletmeye karar
verdik.
Burada kendini tamamlayan bir durum var. Bu derginin hazırlığı
sırasında ben Mukavemet dergisinin yazı işleriyle ilgileniyordum ve
tamamen o dergiye emek verenlerin cebinden çıkarttığı, hatta zaman
zaman tek bir arkadaşın cebinden çıkarttığı, hatta kimi zaman
hayatımızı başka işlerden, diyelim avukatlıktan, barmenlikten vb.
kazanırken, bir yayın çıkarmaya çalışıyorduk. İyi de yaptığımızı
düşündüğümüz bu işten hayatımızı idame ettiriyor olmamız
gerekirken, biz hayatımızı başka bir alandan idame ettirip, hem
okulunu okuduğumuz, hem kafa yorduğumuz işi yapar hale geldik.
Burak bu projeyi yaparken, aslında bundan çok farklı bir durumda
değil. Yaptığı işin ta kendisi sanat olmasına ve bu bir sanat
projesi olmasına rağmen, Burak bunu akademiden kazandığı parayla
finanse etmeye ve sanki kendisi bu koşullar altında değilmiş gibi
bir de bizim hikâyemizi anlatmaya çalışıyor. Demek ki, bu
topraklarda herkesin yaşadığı koşullar benzer. Tabii, burada
uzmanlaşmak meselesini de dergi içinde tartışmak isterdik. Böyle
bir çarpışma hali, zaten tartışılması gereken bir mesele imiş ki,
bizi yan yana getirdi. Ortaya böyle bir iş çıktı. Hatta bu kırmızı
neonlar da biraz 'Red Night' havası kattı.
.
Aslında egemenden yana, resmî söyleme yatkın
'iliştirilmiş gazetecilik' alışkanlığını tersine çevirme hali de
var burada. Kendi kendinizi buraya, bambaşka saiklerle
'iliştirmişe' benziyorsunuz...
Emre Tansu Keten: Aslında sosyal medyadaki
alternatif basın veya konvansiyonel basınla çok ilgili bir tarafı
yok bunun. Bu bir sanat işi. Ve zaten varlığıyla bir mesaj veriyor;
elbette içeriğiyle de veriyor. İliştirilmiş derken evet, hepimiz
bir yere iliştirildik. Ben akademiden, Taylan işten atıldıysa,
Burak ve Eylem bu işe giriyorsa, aslında bir yere ilişmişizdir.
Aslında hayatta bir iddiamız da olmuş. Bu, 2015'te yaşananlara
tepki göstermek de olabilir.İş cinayetlerinin, Soma işçilerinin de
yanında olmak da olabilir. Ben, hayatım boyunca zaten olumlu
anlamda iliştirildim zaten. Akademide de iliştirilmiştik. Kamu
çıkarlarına, İnsan Hakları'na iliştirilmiştik. Cizre'de bodrumda
birileri katledilmesin diye, savaş karşıtı bir yerlere
iliştirilmiştik zaten. O iliştirilmişliğimiz, burada da devam
ediyor tabii ki...
Burak Delier: Benim kafamda,
iliştirilmekten ziyade, bu meseleyi görünür kılmak vardı. Örneğin
bunları ayırdığımız zaman, yani bir yerden para kazanıp, o parayla
da asıl yapmak istediğimizi yaptığımız zaman, aslında bir 'uzlaşı
noktası' buluyoruz. Farklı alanlardan gelen insanların ortak bir
sorunla bir araya gelmesi, çok da kafamda olan bir şey değildi.
Tabii keşke herkes böyle bir şey yapabilse, o ayrı. Bu konuyu
Taylan anlatınca, bu meseledeki ortak yerimizin çok değerli
olduğunun ayırdına vardım. Bu politik olarak ve söz söyleme
açısından değerli.
Bardergi için medya ile olan fark ise şu. Biz bunu yaptığımızda,
sizin Gazete Duvar da yaptığınız gibi yayılmıyor. Siz en fazla
insana bilgiyi yaymak için uğraşıyorsunuz. Ama burada bizim
derdimiz, finanse etmek için yapılan iş ile, asıl işin ayrılmasına
karşı çıkmak. Bunu beraber yapacağız, ayırmayacağız diye bir atılım
var. Kaldı ki bunun örnekleri de var; Koda, Hayat Bilgisi'ne döndü,
Mersin de Kültürhane var; onlar kendi bireysel kütüphanelerini
kafeleştirdiler. Bu tür melez kurumsallaşmalara ihtiyaç var ve
Türkiye'nin yakın geleceğinde bu tür melez kurumsallaşmaların
çıkacağını düşünüyorum. Çünkü artık üniversite bir yere kadar
işleyebiliyor. Bunun absürdlüğü, olabilirliği, olamazlığını görünür
kılmak ve koşulları delmeye çalışmak var burada.
Örneğin medyada 'herşey yolunda' imiş gibi gazete, yayın
çıkarılıyor. Okunuyormuş gibi yapılıyor. Hürriyet ve benzeri
çılgınca basılan yayınlardaki gibi, senin hakkın olan sermaye sana
geliyormuş gibi yapılıyor. Oraya resmen ve gayrıresmi olarak bir
çok reklâm gelirken, buraya gelmiyor. Tüm alternatif haber
mecraları küçük bir pastayı yiyor. Biz bu uzlaşı yerine,
çakıştırmayı kovalıyoruz dedik ve yola çıktık.
Normalde önüne konulan yazılı ürün sorunsuz bir şekilde
çıkıyormuş gibi görünür; oysa buradaki yazıların akış şekline de
baktığın gibi, hakikat parçalardan oluşuyor ve kesik kesik. Biz bu
zor, eğreti durumda bir şeyler yapmaya çalışıyor ve bunu görünür
kılıyoruz Bardergi ile. Okuyucu da bu zor durumla karşılaştığında
alacağı deneyim, bizimkine daha yakın olacak diye düşünüyoruz.
E.T.Keten: Bu işin alternatifi zaten böyle
oluyordu. Biz barda oturup makale yazıyorduk. Bira verirken, Taylan
düzeltme yapıyordu. Bunun görünür haline geldiği bir proje oldu
bu.
E.Akçay: Bir sonraki Bardergi konumuz,
'Alternatif Ekonomiler' olacak. Buradaki alternatif ekonomiyi, biz
'zararsız ekonomi' olarak almak istemiyoruz. Alternatif ekonomiden,
çevreye zarar verip sömürmeyen ekonomi vb. anlaşılır ya, böyle
değil, ekonominin hayattan ayrılmadığı bir şey bu. Bırakın
mesleğimizi yapmayı, biz zaten hayatımızı finanse ediyoruz ve
hayatımız ile, hayatımızın finansmanını bir birinden ayırmış
durumdayız. Dolayısıyla işler bayağı karışıyor: Para kazanmak için
günümüzün yüzde 80'ini harcıyoruz; kalan yüzde 20'yi gerçekten
yaşıyor gibi yapıyoruz. Böyle bir yanılgı içindeyiz. Bizim
vurgulamak istediğimiz, hayatın bir ekonomisinin olduğu ya da
ekonominin, hayata dair bir şey olduğu. Hani hep para kirlidir
ekonomi kirlidir ama sanat bundan ayrıdır ya, bunun gibi Oysa
sanatın veya günlük hayatımızın parayla veya çalışmak gibi ekonomik
faaliyetlerimizle kirlenmemesinin imkânı yok. Bunları ayırmaya
gayret etmektense, bir arada olduklarını görmek ve göstermek
gerekiyor. Kaldı ki bir sayımızda da beyaz yakalıları,
güvencesizliği tartışacağız. İş evin, ev işin içine giriyor. Benlik
işin içine, iş de benliğin içine giriyor. Durum ise, biz de
hakkımız olanı istiyoruz: Bizim hayatımız ekonomi veya ekonomimiz
hayat. Kirli emeğimizle temiz emeğimiz birbirinden ayrı yerlerde
tutulamaz ve bunu konuşmak istiyoruz.
B.Delier: Bardan para kazanıyoruz ve , o temiz
emeği de o parayı kazandığımız yerden başka bir yerde değil de,
yine burada göstereceğiz.
Sattığınız içecek - yiyeceklerin firmaları gelip
derginin içeriğini görse, ve 'kardeşim bu içerik benim marka
kimliğime ters' veya 'kardeşim, bu yaptığınız benim kurum
kimliğimle örtüşüyor.... Ne yapacaksınız, bu işin ucu ev yapımı
içki mi ?
E.Akçay: O firmaların gelmelerine gerek yok,
zaten biz gerçek hayatta böyle yaşıyoruz. Bu firmalar hep burada.
Karanlık tarafın, aydınlık tarafa üstün olduğu bir dönemde
yaşıyoruz. Ama tersi de mümkün, bunu yapabileceğiz. Biz barda
otururken bu muhabbetleri yapmak istiyoruz, yapacağız ve o
firmalara, 'sen buna uyum sağla' diyeceğiz. Zaten, burada bir
dengemiz var. Sadece bugün biraz örgütsüz ve bazı açılardan
daraltılmışız. Neticede hayatla ekonomiyi her zaman birleştirme
gücü yine bizde. Yine hatırlarsanız, geçen 8 Mart kadınlar gününde
bir boya markasının feminist tarihe yaslanan reklâmına bakın. Bu
karşılıklı bir etkileşim. Bir mücadele. Benim de bunu belirleme
hakkım var. Ben ekonomimi oraya taşıyorsam, o da buna uyum sağlamak
durumunda.
B. Delier: Bu 'benim biramı içerken, burada
OHAL vb., konuşamazsın durumuna da gider ve bu gerçekten de güzel
bir çatışma, karşılaşma olur.
T.Kesanbilici: Evrim'in farazi sorusu
beraberinde girift bir durumu getiriyor tabii. Bira firması tutup
da elbette kalkıp 'Bu benim politikama uyum sağlamıyor,'
demeyecektir. Biz orada zaten, tam tersine, ürettiğimiz fikrin
şöyle bir karşılığını görüyoruz: Anında o bize uyum sağlamaya
çalışıyor. Tam da sonrasında vardığımız nokta gibi. Seni gelip de,
kendisiyle bütünleştirebilecek, kendi ürün dağıtımını
güçlendirebilecek bir yerden tutmaya çalışıyor. Fikri üreten sen
olduğun için, senin ne kadar dirayetli durduğun da bu noktada
ayrıca önemli hale geliyor. Sen burada neyi anlatmak istiyorsun,
neyin arkasında duruyorsun, bu konudaki ısrarın nedir gibi sorular
gündeme geliyor. Zaten bu mekânda bunun tersine düşen, alışkın
olduğumuz bir sürü ilişki biçimi var. İki atılmış insanın bir
biçimde ortak bir ekonomi kurmaya çalışması, mekânda fikrî olarak
bir çok şeyin yansıtılmaya çalışılması, söz gelimi cinsiyetsiz
tuvalet hizmeti gibi vb. Dolayısıyla bu kısmında da inisiyatif
Burak'ta. Belki mekâna bir sponsor almak isteyebilir ?
B.Delier: Sponsor, bar zaten. Mekân barın.
Orada da öyle bir şey var. Bu karma bir kaynak. Benim akademiden
gelen kaynağım, burada barın ürettiği ekonominin kaynağı... Dolaylı
dayanışmacı bir şey aslında. Önemli olan bunların devam etmesi. Biz
sadece bir tohum ektik ve belki de başkaları bundan ilham alarak
başka şeylerle devam edecek. Böyle atılım ve denemeler olmadan da
Türkiye'de içinde bulunduğumuz durumdan çıkmamız da zor. Evet,
herkes kendi işini yapsın, dergiler çıksın vb. ama, denemeci
ortamlar aramak ve kurmak zorundayız diye hissediyorum.
E.T.Keten: Burak'ın tam da yapmak istediği, bir
tartışma yaratmak. Bir şeye madem ki itirazın var, söyleyecek sözün
var... Bunu sokakta veya başka bir mecrada söyleyemiyor musun?
Tamam. Mekân bizim. O zaman burada anlatıyoruz. Dükkân bizim. Biz
anlatıyoruz. Belki de bu bir çekim alanı yaratabilir. Bunu bile
radikalleştirirler diye endişelenmiyor değilim ama, hayatta kalıp,
sözünü söyleyerek direnmenin hücreleri bunlar.
Tekrara düşme pahasına söylersek, kültür sanat
kurumlarının da günümüzde 'boş zaman faaliyeti / eğlence'den yana
risksiz içerik üretimiyle ilgili eleştirel bir durumu ısrarla
gündeme taşıyor gibisiniz.
B.Delier: Gezi'den sonra sanatçıların daha
angaje işler üreteceğine dair kimi sözler sarfetmiştim. Dönüp
baktığımda yanıldığımı görüyorum. Herşey negatif değil, fakat
kariyerizm, iş kalitesi, iyi sergi yapmak vb., üzerinden giden bir
durum var ve bu herşeyi çok bulandırıyor. Ben, bir galeriye, sanat
kurumuna gittiğimde veya bir sergi gördüğümde, kendimi çok
yabancılaşmış hissediyorum. Gerçekten, benim meselelerimle
yaşadığım deneyimle ilişkilenmeyen şeyler görüyorum.
Tabii böyle olmak zorunda değil, elbette estetik olarak güzel
işler de görmek istiyorum. Ama Türkiye'nin şu durumunda bunun bir
geriye gidiş gösterdiğini düşünüyorum. Sansür, oto-sansür etkisinde
olan bir şey bu. Bir yanıyla da, Dünyada da bu çok değişti. Bu
neo-liberal dünyada çok büyük prodüksiyonlar, Hollywood misalî
yıldızlarıyla, sanat ortamı bizim elimizden çıkmış gibi geliyor.
Artık orada yapabileceğimiz şeyler çok zor, kısıtlı gibi geliyor
bana. AVM'ye gelir gibi bir sanat galerisine gelen bir izleyici ile
ilişki kurmak çok zor.