Güney Koreli yazar İ Munyol, yıllar önce Türkçe baskısını yayına hazırladığım kitabı Değişen Kahramanız’da ülkesinde hüküm süren askeri diktatörlüğün zulüm ve korkuya dayalı rejimini, sıradan bir taşra kasabasının sıradan bir ilkokulunda, alelade bir sınıfta geçen olaylar üzerinden eleştirir. Kitap, başlangıçta diğer çocuklardan yalnızca birkaç yaş daha büyük olması, iriyarılığı ve zorbalığı ile sınıf başkanlığını ele geçiren bir çocuğun iktidarını nasıl tartışılmaz, mutlak ve herkesçe arzulanır kıldığını anlatır. Sınıf öğretmeni ve okul yönetimi de görünüşte okul birinciliğini kimseye kaptırmayan, sınıfta düzenin kusursuz işlemesini, sınıflar arası müsabakalarda sınıfının lider olmasını sağlayan, sınıf arkadaşlarının tarafından saygı duyulan ve sınıf başkanlığı seçimlerinde arkadaşlarının oyunu eksiksiz alan bu çocuğun varlığından son derece hoşnut görünmektedirler. Düzen, babası yeni hükümetle ters düştüğü için sürgün edilen bir üst düzey bürokrat olan kahramanımızın başkentteki prestijli okulundan ayrılıp bu okula gelmesiyle sarsıntıya uğrar. Dışarıdan bakıldığında herkesin pek mutlu ve uyumlu göründüğü bu sınıfta olup bitenler karşısında kahramanımız isyan eder. Adalet, eşitlik ve özgürlük adına eski okulunda bildiği, yaşadığı her şey alt üst olmuştur. Zorba ile mücadelenin yollarını arar. Onun açıklarını yakalamaya çalışır. Bu arada, zorba onunla göz teması bile kurmamakta, ona yönelik açıkça tespit edilebilecek hiçbir olumsuz davranışta bulunmamaktadır. Buna karşılık, kahramanımız diğer çocuklar tarafından dışlanmakta, oyunlara alınmamakta, okulda ve mahallede onulmaz bir yalnızlığa mahkûm edilmekte, sınıf başkanının yaptığı sıradan kılık kıyafet denetimlerinde diğer çocuklarda olduğunda göz ardı edilen açıkları ağır biçimde cezalandırılmakta, okul dışındaki ufak tefek haylazlıkları ihbar edilmekte, okuldaki başarısı düşmektedir. Zorbanın sağladığı düzen sayesinde sınıfı kontrol etmekte hiçbir zorluk yaşamayan ve bundan dolayı memnuniyetini de gizlemeyen sınıf öğretmenini uyarmaya, onu bu konuda ikna etmeye çabalar. Zorba sınıf başkanı arkadaşlarının eşyalarına el koymakta, onları haksız yere cezalandırmakta, onlardan bir tür haraç toplamakta ve keyfince şiddet uygulamakta, ancak her şeyi kitabına uydurmakta da üstün bir yetenek sergilemektedir. Ne var ki öğretmen kahramanımızın söylediklerinin doğru olup olmadığını sınıftaki diğer arkadaşlarına sorduğunda herkes sınıf başkanından bir şikâyetleri olmadığı ve asıl sorun çıkaranın kahramanımız olduğu konusunda ağız birliği eder.
Zorba, görünürde hiç suç işlemeyen örnek bir öğrencidir. Etrafında küçük bir çekirdek kadro oluşturmuştur; kendisinin hiçbir şey yapmadığı zamanlarda, işleri onun adına bu kadro yürütmekte ama her durumda onun talimatlarıyla hareket etmektedirler. Nihayetinde öğretmen de kahramanımıza zorbanın liderlik vasıflarına sahip örnek bir sınıf başkanı olduğunu ve bu durumu kabullenerek uyum sağlamayı denemesini salık verir. Kahramanımız bütün bunlar karşısında hissettiklerini “sanki ne olduğu belli olmayan sağlam ve yüksek bir duvar önümde yükselmişti” cümlesiyle açıklar. Her ne kadar “aptal ve ödlek bir çoğunluk yüzünden” savunduğu doğruların ayaklar altında ezildiğini düşünmekteyse de aslında karşısına çıkan bu duvarın harcında iktidarın, baskı ve boyun eğmenin, korku, şiddet ve güç dengesinin ardındaki sessiz oydaşmanın ve dahası herkesin bir ölçüde “bu suça ortak olması”nın getirdiği işbirliği ve dayanışmanın olduğunu sezmektedir. Karşısında iki seçenek vardır. Ya, sonsuz yalnızlığı içinde tek başına zalim ve onun işbirlikçileri karşısında her seferinde yenilmeyi göze alarak direnecek, ya da değişecek, biat edecek, sisteme uyum sağlayacak ve eski bir muhalif, yeni işbirlikçi olarak onun nimetlerinden, üstelik bunun için suça bulaşmasına bile gerek kalmadan, yalnızca sessizce rıza gösterip görmezden gelerek yararlanacaktır.
Kahramanımızın bu kritik dönüm noktasında aldığı kararın ne olduğunu ve daha sonra zorbanın başına neler geldiğini burada anlatmayacağım. Dün gece siz uyurken, OHAL rejiminin uzun zamandır beklenen son KHK’sı yayınlandı. 18 binin üzerinde kamudan ihraç var. Kamuya şöyle ya da böyle hizmet etmiş en az 18 bin kişinin ve varsa ailelerinin işsiz, aşsız, ne kadar süreceği belli olmayan bir zaman diliminde geçimsiz kalması, pasaportlarına el konulması anlamına geliyor bu. Aralarında ömürlerini bilgi üretmeye, araştırmaya, gerçeği aramaya ve öğrencilerini en iyi şekilde yetiştirmeye adamış, yıllar boyunca adalet, özgürlük ve eşitlik mücadelesi içinde olmuş, “bu suça ortak olmamak” adına işlerinden aşlarından olmayı göze almış, geri adım atmamış, konforlu, prestijli, güç ve kimbilir başka hangi ayrıcalıklarla donatılması pek mümkün olan hayatlarından tereddütsüz vazgeçmiş “barış akademisyeni” arkadaşlarım var. Bazıları ise sadece sosyal medya paylaşımları yüzünden ihraç edildiler. Haksızlık ve zulüm karşısında sessiz kalmayıp söz söyledikleri için yani. O duvarın karşısında dikilmeye devam ettikleri ve o duvarın bir gün mutlaka yıkılacağına inandıkları için ihraç edildiler.
Şu anda 24 Haziran’da oynanan bu “demokrasi oyunu”na teslim olmak ana-muhalefetin de işine geliyor olabilir. Muharrem İnce’nin Erdoğan kazandı, ben yenildim, demokrasi de zaten böyle bir şey dediğine bakmayın. Demokrasinin OHAL koşullarında yapılan ve seçmen kayıtlarındaki ya da sandık başlarındaki şaibeler bir yana, sırf OHAL’in getirdiği kısıtlamalar nedeniyle bile meşruluğu tartışmalı olan seçimlerden, basit bir kazananlar ve kaybedenler oyunundan ibaret olmadığını biliyoruz. Güç ve iktidarın verdiği sarhoşluktan, onun sağladığı büyük küçük ayrıcalıklardan, sunduğu nimetlerden ya da sadece güvende olma duygusundan şöyle ya da böyle nemalananların sessiz ittifakı bu sefer de kazanmış görünüyor. Doğrudur. Ancak bu düzen sürdükçe bizler de o duvarın önünde birikmeye devam edeceğiz; ta ki demokrasinin bizi insan kılan onurumuzun, eşitlik ve özgürlük talebimizin, barış içinde bir arada yaşama arzumuzun ta kendisi olduğunu herkese gösterip baskı ve zulüm duvarını yıkana kadar.