Herkesin bir duvarı, hatta duvarları var. Sizi içeride tutan, bazen hapseden; bazen dışarının yorucu, yıpratıcı dinamiğinden koruyan... Yahut aşarak özgürleşmeyi vaad eden bir duvar. Belki de başkalarıyla paylaştığınız, sizi bir cemaat yapan, benliğinizin temelini, düşüncelerinizin sınırlarını inşa eden bir duvar.
Duvar'dan düzenli yazı teklifi gelince önce tedirgin oldum.
Akademideyseniz yazı yazmakta profesyonelleşip biraz da
ruhsuzlaşıyorsunuz mecburen. Adeta giriş, gelişme, sonuç ihtiva
eden bir kompozisyon yazar gibi oluyorsunuz bazen makale v.b.
yazarken. Amaç, önem, argümantasyon, bulgu ve sair sizi, en
isabetli tabirle sasılaştırıyor. Ben bundan özenle kaçtım hep.
Edebiyatseverliğim işbirlikçi oldu firar sürecimde. Bir de lezzetli
yazı kotarma üstadı Tanıl Bora'nın kişisel ve yazınsal
ahbaplığı...
Yıllar yıllar önce ilk "dışarıya" yazı yazma deneyimim hüsranla
sonuçlanınca, akademik dilin ve zorunlulukların kafayı ve kalemi
nasıl da hizaya soktuğunu dehşetle fark ettim. Halbuki en keyifli
yazma serüveni, kuralsız ve oyunbazlıkla örülü olan. Birilerinin
önüne dosya sürme zorunluluğu ortadan kalkınca tadına varıyorsunuz
yazı yazmanın. Paşa gönlünüzün istediği bir konuda, önünüze bir
kağıt çekip, ki bu kağıdın müsvedde olması şarttır bir orta sınıf
mensubu için, kalemin arkasını kemirerek uçuşan sözleri yakalamaya
çalışmak, bazen de küçücük odada bir ileri-bir geri yürüyerek
ilhamı çağırmak gibisi var mı? Sigara tiryakisiyseniz eğer,
savurduğunuz dumanın süzülüşünü takip ederek... Demode bir
akademisyen olduğunuz için de, klavye ve ekrana tercih ettiğiniz
kağıdın üstünde heyecan ve gerilimle gezdirdiğiniz kalemi bırakıp
arkaya yaslandığınızda kan ter içinde kalmış olursunuz ama hatırı
sayılır birkaç satır karalayabildiyseniz sizden mutlusu yoktur.
Lafı çok uzatmayayım, nihayet Duvar yazıları yazmaya girişmeden
önce Murat Sevinç'in "Duvar ve bir arka bahçe hikayesi" yazısını
okudum evvela. Birçok Cebeci sakiniyle olduğu gibi Murat'la da,
yazısında bahsettiği o arka bahçede başladı ahbaplığımız. Çok
geçmeden kendisinin bir "anayasacı"dan beklenmeyecek kıvraklıkta
yazdığı yazılarla da tanıştım. İkimiz de Ankarasever olduğumuz için
aynı kitabın yazarları arasına girdik bir süre sonra. Murat'ın
bahsettiğim yazısı, Duvar'a yazacağım ikinci yazının ilhamını verdi
bana.
Herkesin bir duvarı, hatta duvarları var. Sizi içeride tutan,
bazen hapseden; bazen dışarının yorucu, yıpratıcı dinamiğinden
koruyan... Yahut aşarak özgürleşmeyi vaad eden bir duvar. Belki de
başkalarıyla paylaştığınız, sizi bir cemaat yapan, benliğinizin
temelini, düşüncelerinizin sınırlarını inşa eden bir duvar.
Fotoğraf: Faruk
Altuntaş
İşte beni duvarım, Murat'ın bahsettiği Cebeci duvarlarından bir
tanesi. Şu fotoğrafta gördüğünüz, ihtimal ki Ankara taşından mamul
olduğu için pembe pembe ışıyan okul duvarı. Ben Seksenler'in sonu
ile Doksanlar'ın başında, Mülkiye'nin kardeşi İletişim
Fakültesi'nde öğrenciyken, kampuste bulunduğumuz zamanın tamamına
yakınını bu duvarda oturarak geçirirdik desem, abartmış olmam.
Tabii hava koşulları insafsızlaşmadığı sürece. Cebeci Kampüsü'nün
dünü ve bugününü bilenler hemen fark edeceklerdir, fotoğrafın
çekildiği Seksenler'de kampüs Cebeci semtinin bir uzantısıydı.
İçinden semt sakinleri, yaya veya motorize olarak gelir geçerlerdi.
Biz duvar sakinleri ise onları gözlerimizle yolun başından alır,
sonuna taşırdık. En çok pazar arabasını sürükleyen teyzeleri, kar
yağdığında Çamlık tarafındaki gecekondulardan sökün edip kızakla
veya poşetle yokuş aşağı kayan şen ve kavruk çocukları
hatırlıyorum. Bir de fotoğraf, reklam veya kurgu atölyelerindeki
çalışmalar uzayıp geç saate kaldığımız zaman tesadüf ettiğimiz,
ellerinde ucuz şaraplarıyla duvar diplerine çökmüş
akşamcıları...
O yıllarda inek bayramları çok daha şenlikli olurdu. Ya da
gençlik heyecanıyla bana öyle gelirdi. Fotoğrafın üst tarafında
görülen Eğitim Fakültesi'nin nihayetlendiği yerde başlayan mahalle,
bahsettiğim gecekonduların ve tarlaların bulunduğu yerdi. Hayvan da
otlatırdı semt sakinleri orda. İnek bayramlarında Feskom'cular
ineği onlardan kiralarlardı. O zamanlar bayram adeta mahalle
halkıyla birlikte kutlanırdı. Zavallı, şaşkın inek sokaklarda
gezdirilir, mahalle teyzeleri ve amcalarının; inekten hem ürken,
hem de meraklanan çocukların alkışları eşliğinde kampüse dönülürdü.
Mülkiye'nin bahçesinde tezgahlar açılır, öğrencilerin yaptıkları
yiyecek-içecekler, el işleri satılırdı. Mahalleliler de müşteriler
arasındaydı. Çok da şöhretli olmayan şarkıcılar, gruplar gelir,
konser verirlerdi. Henüz nizamiye dediğimiz hantal demir kapı,
turnikeler, kameralar ve özel güvenlikçiler yoktu. Okulun civardaki
sokaklara açılan beş-altı kapısı Cebeci semti ile fakülteleri
birbirine bağlardı. Semt ile kampusun iç içeliği, Cebeci'ye de,
kampüse de şahsiyetini veren bir unsurdu. Bir dönem Cebeci tarihi
yazayım diye uğraşırken, en eski semt sakinleriyle uzun görüşmeler
yapmıştım. Hepsinin fakülteler, öğrenciler, hocalarla ilgili türlü
türlü anısı vardı. Polisten kaçan öğrencileri evlerinde
gizlediklerini, cadde üstündeki aşevi benzeri lokantalarda namlı
hocalarla muhabbet ettiklerini, evlerinde kirada oturan öğrencilere
aşure, çorba taşıdıklarını anlattılardı.
Ama her şey öyle güllük gülistanlık olmamıştı geçmişte de. Çok
zulüm görmüştü o kampüs. Darbeye yol alan her on yılda politik
çatışmaların kurbanları bu kampüsten çıkıyordu. Mülkiye'nin
duvarında halen muhafaza edilen kurşun delikleri, Hukuk
Fakültesi'nin merdivenlerine hamle etmiş tankın görüntüsü,
pusularla katledilmiş, bugün adlarına küçük anıtlar dikilmiş
öğrenciler kampüsün hatıra defterinde birer sayfaydılar.
Bizim kuşağın travmaları ise kazanların başında yemek
şirketlerinin elemanları değil, tonton aşçılar durmasına rağmen
yapılan yemekhane boykotlarının, idare tarafından anarşizm
sayılmasından polisin sıkı markajındaki YÖK protestolarına,
cezaevlerinde koşulların iyileştirilmesi için yapılan ölüm
oruçlarıyla öğrencilikleri ve hayatları biten sınıf arkadaşlarına
kadar uzanıyordu. O duvarda otururken, temizliğe giden kamburu
çıkmış, umarsız genç kadınların yanında, Eğitim Fakültesi önünden
sloganlar eşliğinde yokuş aşağı akan kalabalıkları da görüyordunuz
işte. Gördüğünüz her şey hikayenizin bir parçası oluyordu.
Fotoğrafta benim omzumda da görülen heybe şeklinde çantalar, el
örgüsü yün çoraplar ve yasağı kalkan Yılmaz Güney filmlerinin
krallığında yaşıyorduk o yıllar. Cebeci sinemaları 4 büyük
fakülteyi barındıran her semtten bekleneceği gibi, sanat filmleri,
politik filmler de oynatıyorlardı piyasa filmleri ve "üç film
birden/devamlı"ların yanında. Yılmaz Güney'in Yol'unu da oralarda
izlemiştik, türban yasaklarını eleştiren Yalnız Değilsiniz'i de.
Sinemadan çıkıp hızlıca yine duvarımıza çöküyor, filmlerin
kritiğini yapıyorduk. Farklı olanla karşılaşma, daha doğrusu ona
toslama çağlarındaydık. Empati kurmayı tecrübe ediyorduk. Oteller
ve kahve evleri henüz semti esir almamışlarken, sağcı ve solcuların
müdavimi oldukları farklı kahvehaneler, pastaneler, ucuz lokantalar
ve fotokopiciler cennetiydi Cebeci. Cebeci Stadyumu'ndan yükselen
tezahüratlar, Cahit Külebi ve Cebeci Köprüsü'nün şiirselliği,
Konservatuar'dan sızan melodiler, Laz'ın yeri, Figen
Pastanesi...
Arkamıza aldığımız fakülte ile nereye ait olduğumuzu ilan etme
imkanı veriyordu duvarımız. O duvarın üstünde mutlaka bir
arkadaşınızı görür, o günkü dersi kırardınız. Ama duvarın
cazibesine ve hatta tatlı bahar esintisine rağmen izlenmesi elzem
dersler vardı. Bunları genç ve çiçeği burnunda doktoralı hocalar
verirlerdi. O zaman kapalı mekanda sigara yasağı olmadığından,
amfileri giderek sisli puslu bir atmosfere dönüştüren sigara
dumanları ile cam bardaklarda tavşan kanı çaylar o derslerin
mütemmim cüzüydü. O derslerde hayretle yakın tarihi yeniden yazar,
gündelik hayatın bir toplumu anlamanın anahtarı olduğunu öğrenir,
popüler kültüre iade-i itibar ederdik. Duvar sohbetlerimizin
konusunu oluşturan, aşk-meşk ve gelecek tasavvurlarının yanında bu
derslerde öğrendiğimiz heyecan verici şeylerdi.
Duvarımız çoğunluğu Demirlibahçe Sokak'taki öğrenci evlerinin
loş, derbeder odalarına kadar uzanıyordu. Akşamları makarna veya
patates kızartmasından ibaret bir menü eşliğinde duvarın dışında
kalanlar hakkında konuşmayı sürdürüyorduk. Soğuk savaş dönemi
bitiyor, duvarlar yıkılıyor, kimlikler siyaseti, sınıf temelli
siyasete kafa tutmaya başlıyordu ve biz çok bocalıyorduk.
Yetmişler uzun sürdü bu memlekette. Yetmişlerde ünlenen Yeni
Türkü, bizim gençliğimizin de favori topluluğuydu. Turgay
Fişekçi'nin sözlerini yazdığı, "Gözyaşlarım akıp boğmadan bu şehri,
işte yine gidiyorum..." diye başlayan şarkısı dilimizden düşmezdi
Yeni Türkü'nün. Ülke her zamanki gibi belirsizlikler, şiddet ve
gerilimlerle örülü bir politik atmosferin içindeydi. Biz mezun
olmaya hazırlanıyorduk ve "dışarı" çıktığımızda beri tarafında
olduğumuz duvarı da götürecektik yanımızda, farkındaydık. O duvar
dışardaki hayatımızda ya yıkılacak ya da hiç olmazsa birkaç taşı
sağlam kalacaktı. Mezuniyet günü, yine duvarımızda cüppelerimizle
oturduk ve bir arkadaşın gitarı eşliğinde aynı şarkıyı mırıldandık.
Bu kez bir mısraına özellikle vurgu yaparak: "Okulumun duvarı sana
kalıyor, oturup söyleşirsin çevreni mutlu edesin diye".
Yıllar sonra duvarımı emanet ettiğim kampüse hocalık yapmak için
döndüm. Artık semt ile ilişiği kesilmişti kampüsün. Cebeci
teyzeleri ve amcaları sivri demir parmaklıkların dışında
kalmışlardı. Şen çocukların sesleri kesilmişti. Duvar tek tük
sakini dışında terk edilmiş, çevre profesyonelce
yeşillendirilmişti. Ama Cebeci Kampüsü yine rengarenk, coşkulu ve
direngendi. Ben ve birçok insan için bir saklı coğrafya olarak
kaldı orası yıllarca. Olduğun gibi kabul göreceğin bir yer. Tam da
böyle olduğu için hedef haline geldi kampüs. Son dönemde çeşitli
yollar ve suçlamalarla duvarın dışına atıldık bazılarımız. O
barışçıl, dayanışmacı ve şenlikli kampüs havası, o Ankara taşından
mamul duvar bizimle birlikte dışarı süzülürken, yine Yeni Türkü'nün
Can Yücel'in şiirinden damıttığı bir şarkısı eşlik ediyordu bize:
"Sararıp dökülmeden önce, kızaran yapraklar ki onlar/ Şan verdiler
ortalığa bütün bir sonbahar/Mevsim dönüp de yeniden yeşermeye
başlayınca rüzgar/ Çıplağında o atın yine onlar koşacaklar".