Son günlerde bazı okuryazarların fonda kütüphaneleriyle görsel
sosyal medyada arzı endam etmeleri ciddi tepkilere neden olmuş
gözüküyor. Basit bir akıl yürütmeyle kütüphanelerin genellikle
çalışma odasında olabileceği, çalışma masasının da aynı mekânda
bulunacağı, bilgisayarın da o masanın üstünde olma ihtimali
üzerinden aslında oldukça sıradan bir denk gelme olarak kolaylıkla
değerlendirilebilecek bir durum kimileri için çok dikkat çekici
olabiliyor. Bence fondaki kütüphanenin bu kadar dikkat çekmesi
aslında Türkiye’de çok yaygın olmamasıyla da ilgili. Üniversite
öğrenciliği dönemimden “kıtlık değeri” diye bir kavram
hatırlıyorum.
Yıllar önce evime davet ettiğim Galatasaray Lisesi mezunu ve
hepsi ülkenin en iyi üniversitelerinde okumuş arkadaşlarımın
bazılarının kütüphanemi görünce “bunların hepsini okudun mu?” diye
sorduklarını çok iyi hatırlıyorum. Hatta içlerinde bir tanesi daha
da ileri giderek “Bu kadar çok kitaba sahip olarak neyi kanıtlamaya
çalışıyorsun” diye çıkışmayı da ihmal etmemişti. Elbette ben medeni
bir insan olduğum için “sen bu soruyla hangi eksiklik duygunu ikame
ediyorsun” diye karşılık vermemiştim. Çok şükür bu tip eski
arkadaşlarla artık pek görüşmüyorum ve böylesi sorulara muhatap
olmaktan kurtuldum.
“Bunların hepsini okudun mu?” sorusu taşınırken kütüphanemdeki
kitapları kolileyen emekçilerin de çok sık sordukları bir soruydu.
Bir eğitimli ile eğitimsizin kitabı görünce neredeyse aynı tepkiyi
vermesi, söz konusu tepkinin aynı temellere dayandığını göstermez.
Bence emekçinin tepkisi çok daha doğal, sahici, kendiliğinden bir
antropolojik kültürel tepkidir. Kendi hayatında fazla yeri olmayan
bir nesnenin başkasının hayatında bu kadar önemli bir yer
kaplayabileceğini ilk gördüğünde aklına gelebilecek ilk soru budur:
“Abi, bunların hepsini okudun mu?” Bu tepkide anlamaya çalışan bir
ton da vardır. Oysa okumuşun tepkisi yargılayıcıdır, hatta itham
edicidir. Ve “biz seninle aynı okullarda okuduk. Sen niye böyle
bizden farklı oldun?” sorusunu da içerir.
Ülkenin en iyi mekteplerinde okumuş birinin çok kitabı olan
birine bu kadar tepki biriktirmesi ilginçtir. Dikkat ederseniz bir
süredir “okumak” fiilini “eğitim görmek” anlamında da kullanıyorum.
Türkçede böyle bir kullanım vardır. Ancak sanırım bu kullanım
okumanın sadece okula giderken yapılan bir şey olduğu fikrini de
barındırıyor. Yani diploma için yapılan bir şeydir okumak. Diploma
elde edilince de bırakılır dolayısıyla.
Diplomadan sonra okumak, orta yaşlı birinin hâlâ okumaya devam
etmesi yadırganan bir şeydir bizim memlekette. Tıpkı geniş bir
kütüphanesi olmanın, görüntülü internet iletişiminde fonda
kütüphane olmasının yadırgatıcı olması gibi. Çünkü kitap doğal
değildir, olağanüstüdür hâlâ toplumsal zihniyette.
Bununla ilgili yaşadığım bir olayı paylaşmak isterim sizlerle.
Yıllar önce düzenli müşterisi olduğum bir pastane/fırın vardı.
Kasada hep aynı orta yaşlı kişi otururdu. Ödeme yaparken hep
okumaya ara verdiğini görürdüm çünkü kasada otururken, müşteri
olmadığı zaman düzenli olarak okuyan biriydi. Kasanın yanında hep
bir kitabı olurdu yani. Bir gün kendisine bunu fark etiğimi belli
ettim. Bana şöyle dedi: “Üniversitede felsefe okudum. Eğitimime
uygun bir iş bulamayınca baba yadigârı bu dükkânı işletiyorum
artık. Ama üniversitede edindiğim düzenli okuma alışkanlığını
bırakmadım. Amatör olarak okumaya devam ediyorum.”
Bu “amatör okur” nitelemesi benim zihnimde yıllarca takılı
kaldı. Dönüp dönüp hep düşündüm ne anlama geldiğini. Sonunda şöyle
bir sonuca vardım. Bizim okuryazarlığımız fazla profesyonel. Okulda
diploma için, okuldan sonra iş icabı okuyoruz. Hatta eğitimden
sonra bir kesim de yazmak için okuyor. Yazmayı beceremeyince onlar
da bırakıyor okumayı. Bence müthiş bir niteleme olan amatör okur
ise yeterince yaygın değil. Yani okumak için okuyan, okumayı
sevdiği için okuyan.
Eğitimli olanın, ülkenin en iyi mekteplerinden diploması olanın
da bir emekçiyle kitaba karşı aynı tepkiyi veriyor olması ülkemizin
en önemli sorunlarından biridir dersem bana kızmayın ve abarttığımı
lütfen düşünmeyin. Evet ben böyle düşünüyorum. Ve bu sorun
çözülmeden de bu ülkede asgari bir demokrasinin, ortalama bir
medeniyetin mevcut olamayacağını da iddia ediyorum.
Bence kitapla, kütüphaneyle sahici ilişkisi olan birinin, bir
amatör okurun bu yazının da yazılmasına neden olan tepkileri
vermesi zordur. Kitaba gerçekten değer veren, düzenli kitap okuyan
biri kütüphanesinin önünde video çeken birini ayıplamaz ya da
birinin evinde kütüphane görünce “bunların hepsini okudunuz mu?”
diye sormaz.
Bu ülkenin temel sorunun sayısal değil, sözel olduğunu yıllardır
söylüyorum, yazıyorum. Kamusal bir okuryazarlık yaygınlaşmadan
demokrasi de, cumhuriyet de, yurttaşlık da, birey de, toplum da
birer hayaldir. Seksen milyonluk ülkede kütüphanesi olan bir eve
doğmuş insan sayısı yüzde kaçtır? Bence Türkiye’de rakı masasında
veya İngilizce tabelalı kafe muhabbetinde cevabı aranması gereken
en temel soru budur. Ülkenin derin sosyolojik gerçekliğini
çözümlemeye girişmeden bu tür tuhaf soruları soranları yargılamak
beyhudedir.
Benim doğduğum evde çok geniş olmasa da bir kütüphane vardı. İlk
okuduğum kitaplar belki de annemin Muazzez Tahsin Berkand, Kerime
Nadir romanları ve babamın polisiye serileriydi. Evimizde Yakup
Kadri’nin, Şevket Süreyya’nın, Doğan Avcıoğlu’nun, Jack London’ın,
Panait Istrati’nin kitapları vardı. Ardından Kemalettin Tuğcu,
Muzaffer İzgü, Aziz Nesin gibi yazarların kitapları benim okumam
için alındı. Evet şunu demeye çalışıyorum: Okumayazma kültürü bile
sosyolojik temelleri olabilecek bir şeydir. Gramsci’nin,
Bourdieu’nün farklı kavramlarla da olsa dediği gibi kültürel
gelişimin sosyolojik temelleri vardır. Gerçek bir cumhuriyetin bu
sorunu birkaç nesil içinde çözmesi gerekirdi. Ancak maalesef bu
mesele çözülemedi. Belki bu nedenle bugünün Türkiye’sinde
yaşıyoruz. İçinde yaşadığımız ülke gerçekten bir cumhuriyet
olsaydı, kuruluşundan bir asır sonra Galatasaray Lisesi ve Boğaziçi
Üniversitesi mezunu bir “yurttaş” arkadaşına bu tuhaf soruyu
sormazdı.
Farkındaysanız yazı boyunca bu ölümcül soruya cevap vermedim.
Soruyu sürekli tekrarladım ama galiba sorunun cevabını sona
sakladım. Cevabım hayır. Yani kütüphanemdeki bütün kitapları
okumadım. Hâlâ bunu başaramadım! Kitapları edinme hızım okuma
hızımdan her zaman önde oldu. Bu nedenle bu dünyadan çekip
gittiğimde kütüphanemde hâlâ okumamış olduğum kitaplar mevcut
olabilecek. Bu bana hiç dert olmuyor ve olmayacak. Ama dileyenlere
dert olabilir!
Üstatlarımdan Walter Benjamin’in “Kütüphanemi Yerleştirirken”
başlıklı çok müthiş bir yazısı vardır. Bu yazıda Benjamin, Anatole
France’tan bir yaşanmışlık aktarır. Günün birinde France’a o müthiş
soru sorulmuştur: “Bu kitapların hepsini okudunuz mu, Bay France?”
France’ın yanıtı şöyle olmuştur: “Onda birini bile okumadım. Siz
her gün en değerli yemek takımlarınızla mı yemek yersiniz?”