Olağan halimiz neydi?

Eğer dengeli bir siyasal rejim içinde “olağan”, öngörülebilir hayatlar yaşamayı, sesimizin boğulmamasını istiyorsak geçmişten seçtiğimiz anıların tatminine değil bir gelecek imgesine ihtiyacımız var. Gelecek imgesi içinse birbirimizin yüzüne bakabilecek bir ortaklık kurmaya. Bunun birinci koşulu hesaplaşma.

Dinçer Demirkent dincerdemirkent@gmail.com

Türkiye’de geçmişe ilişkin yaygın bir nostalji var. Büyük ölçüde çarpıtılan, seçici hatırlamayla birleşen geçmişe yönelmiş bir özlem. Ücretli çalışanlar içinde özellikle eğitimli ve ortalamanın bir miktar üzerinde gelir sahibi olan, orta yaşlara merdiven dayamış kesimlerde daha da yaygın. AKP iktidara geldiğinde ilk gençliğinin içinde olan ya da henüz tamamlamış olanlar, iyiden iyiye bu nostaljiyle yanıp tutuşuyorlar. Şimdi çok kötü, yaşamak bilen için pek yaşanılır değil; gelecek ufukta görülmüyor. Dolayısıyla bir geçmiş inşa etmek için zemin hazır, hatta zorluyor. Geçmiş biraz kurcalandığında malzeme de var. “Olacak O Kadar”ın politik mizahı, Kral TV’de yayımlanmasında hiç sakınca görülmeyen klipler, Süper Baba’nın, İkinci Bahar’ın, Yedi Tepe İstanbul’un mahalleleri, siyasi parti liderlerinin birlikte tartışabildiği televizyon programları, 12 Eylül faşizminin geri itilmesine katkı veren üniversitelerdeki şenlikli direnişler, “kızlı erkekli” eğlenilen festivaller, yılbaşları, hep İstanbul’da yapılan, mutlaka birine gidilmiş olan çokça beklenmiş konserler… Her meşrepten muhalife çekici gelen bir yönüyle inşa ediliyor yakın geçmiş.

90’lı yıllara duyulan bu özlemin ne kadar da riyakarca olduğunu, olan bitene yönelik seçici hatırlamanın sınıfsal olduğunu; üzerinden henüz on yıl geçmemiş bir zamanda 90’lı yıllara mı dönüyoruz endişesinin hâkim olduğu bir topluma anlatma saflığına düşmeyeceğim. Aksine, Türkiye’nin geçmeyen olağanüstü halinin, ağır insan hakları ihlallerinin, travma haline gelen katliamların yaşandığı, enflasyon canavarı imgesinin çok zorlamadan gözümüzün önüne geleceği bir sürecin bugün başka yönleriyle hatırlanmak istenmesinin nedenini düşünmeyi önemli buluyorum. Yukarıda ilk fikrimi söyledim, şimdi çok kötü, gelecek de pek gelmeyecek gibi. Bu durumda istediğimiz biçimde hatırlamakta özgür olduğumuz bir birliktelik deneyimine dönebiliriz. Benzer insanların, benzer biçimde hatırladığı eski güzel günlere. Peki, bu hatırlama biçimini ayırt eden ne ve bize ne söylüyor?

DENGELİ BİR REJİM ARZUSU

Elbette bir gazete yazısıyla kuşatabileceğim bir olgu değil bu. Fakat tartışmaya açık iki fikrim var. İlki, bu seçici hatırlamayı yaratanın, paylaşılabilen bir birliktelik, olağan işleyen bir rutin, bir güvence, bir denge arayışı olduğu fikri. Türkiye’ye olağanüstü hâl AKP ile gelmedi, hatta AKP, hatırlarsınız olağanüstü hâli kaldırma vaadiyle iktidara gelmişti. Fakat özellikle 2007 yılı sonrasında AKP’nin İslamcı kadrolarıyla devlete, İslamcı ideolojisiyle topluma hâkim olmaya başlaması, devlet çekirdeğindeki çatışmanın ve bu çekirdeğin beslendiği rantın paylaşımındaki şiddetin yarattığı olağanüstü durum yeniydi. Bu yeniliğin içinde İslamcılığa içkin totaliterliğin etkisi, medeni yaşamın kurallarını belirleme arzusu da var elbette. Sanata hâkim olma, spora hâkim olma, doğurulacak çocuk sayısını, ne yenip ne içileceğini, nasıl ve kimle sevişilebileceğini belirleme arzusu da var. AKP’nin OHAL’i Türkiye devlet çekirdeğine içkin olan tekçiliğin OHAL’inden çok daha güçlü bir nitelik taşıyordu. Fetihçiydi. Nüfuz edemediği her yere kuvvetiyle girmek, önce yağmalamak, sonra yerle yeksan etmek ardından da kendi hâkimiyetine almak AKP OHAL’inin belirleyici niteliği oldu. Fethullahçıların kamu kurumlarında başlattığı tasfiyeleri, AKP kadroları ardından da AKP-MHP kadroları doldurdu. Medyada, üniversitede, ithalatta, ihracatta, yargıda, kamu ihalesinde, özel girişimde. Hiçbir yeri boş bırakmamacasına. Her yer fethedilmeli, başkasına yer olmamalıydı. Dolayısıyla, hangi alanda olursa olsun, yurttaşın hayatı politik olarak belirleniyordu. Akademisyenin tezi, sinemacının filmi, gazetecinin haberi, şarkıcının şarkısı, avukatın müvekkili, memurun sendikası, işçinin partisi. AKP döneminde iş cinayetlerinde öldürülen binlerce işçiden birçoğu, işe girebilmek için parti üyesi olmuştu.

Geçmişe duyulan özlemin, seçici hatırlamanın birinci nedeni, bir denge arayışı. Her şeye karar veren baba imgesinden kurtulma isteği, eşitçe müzakere edebilme, özgürce konuşabilme, televizyona baktığında başka ses duyabilme arzusu. Kendi sesini de temsil edebilecek birinin muhalefette dahi olsa, iktidardakiyle eşit söz hakkı olduğuna, onun da iktidar olabileceğine dair “olağan” inancı. Faşizm, sanatta çok defa yüksek bir ses, bir gürültüyle temsil edildi. Ettore Scola’nın Özel Bir Gün’ündeki Yılmaz Güney’in Yol’undaki ses. İnsanlar, başka bir sesi arzu ediyorlar artık. Bir yandan Levent Kırca’nın politik mizahının sesini, bir yandan Yaşar Kemal’in kamusal entelektüel olarak sesini aynı anda hatırlamanın nedeni ne olabilir? Ya tek başına konuşan ya da karşısındaki gazetecilere verdiği soruların hazır yanıtlarını, yanıtlar neyle ilgili olursa olsun aynı vurguların kullanıldığı berbat hitabetle anlatan bir adamın sesi dışında zorla kısılmayan hangi ses kaldı ülkemizde? Ankara’da helikopterlerinin sesi var, onun sesini taklit eden bürokratlarının sesi var; medya tetikçilerinin yargıçlarının sesi ülkenin her yerinde. Türkiye’nin kamusal entelektüeli Hrant Dink öldürüldü, Tahir Elçi öldürüldü. Ne kadar çok arkadaşımız, yoldaşımız sesi Erdoğan’ın ulaşamayacağı gürlükte çıktığı için cezaevinde tutsak. Sesini, sesinin temsilini istiyor insanlar, onu özlüyor.

HESAPLAŞMA OLMADAN GELECEK OLUR MU?

Bu seçici hatırlamanın kanımca ikinci bir nedeni daha var ki bana kalırsa o, bir gelecek düşlemenin zeminini ortadan kaldırıyor. 90’ların böyle kolaylıkla seçici bir hatırlamaya konu olabilmesinin, birliktelik düşlerini tatmin edebilmesinin en önemli nedeni geçmişle hesaplaşmamış olmamız. Bugünümüzü karartan, geleceği görmemize engel olan geçmişe ilişkin bu tutum. Birbirine benzer olmayanların konuşamaz hale geldiği atomize bireylere dönüşmemizde, AKP’nin üzerine yerleştiği neoliberal talan programıyla birlikte bunun da payı var. Yurttaşlığa ilişkin geçmişten hatırladıklarına tutunanları kınamıyorum, ama “olağan” bir ortak geçmişimiz var mı gerçekten? Bugün milli saflarda olduğunu iddia edip yağmaya, talana ortak olma yarışına girenler aynı zamanda hangi geçmişin üzerinde oturuyorlar? 10 Ekim katliamına varan yol, Dersim’den, Sivas’tan Maraş’tan geçtiyse eğer; bunun sorumlusu sadece 7 Haziran sonrası kurulan ittifak olabilir mi? Yumurtadan mı çıktı 10 Ekim ertesinde katilleri alkışlayan koca bir stat insan?

Eğer dengeli bir siyasal rejim içinde “olağan”, öngörülebilir hayatlar yaşamayı, sesimizin boğulmamasını istiyorsak geçmişten seçtiğimiz anıların tatminine değil bir gelecek imgesine ihtiyacımız var. Gelecek imgesi içinse birbirimizin yüzüne bakabilecek bir ortaklık kurmaya. Bunun birinci koşulu hesaplaşma. Evet, AKP fetihçiliğiyle hesaplaşma; fakat bir fasit daire içinde dönüp durmak değil de cumhuriyetin ikinci yüzyılında bir geleceğe sahip olmak istiyorsak bu hesaplaşma AKP ile sınırlı kalmamalı.

Bütün bunları düşünmemin sebebini de söyleyerek bitireyim: Ferhat Encü’ye atılan tokadı suratımda hissettim, Mithat Sancar’ın abluka altına alınması tüm bir siyasal topluluğumuza ablukaydı. 90’larda yaşanmış sahnelerdi bunlar, ama doğru bir miktar sesimiz vardı. Dengeli bir rejim vaadi güzel, fakat hesaplaşılmamış dengeleri artık çok iyi tanıyoruz.

Tüm yazılarını göster