Wimbledon’da final oynayan 27 yaşındaki Tunuslu Ons Jabeur, bu işi başaran ilk Afrikalı, aynı zamanda ilk Arap kadın. Kazak rakibi Elena Ribakina’ya 2-1 yenilerek, bu iki “ilk”i tam anlamıyla mucizeye çeviremedi, ama yeterince iz bıraktı. Buna karşılık, Rusya doğumlu 23 yaşındaki Kazak tenisçi, ülkesi adına grand slam şampiyonu ünvanı elde eden ilk sporcu oldu. Maçtan sonra iki tenisçinin birbirleri hakkında söyledikleri güzel sözler ve takındıkları nazik tavırlar imrendiriciydi. “Dünya pekâlâ başka türlü olabilir” dedirten cinstendi. Kazanan Ribakina, “rakibinden çok şey öğrendiğini” söyleyerek onu onurlandırdı, Jabeur de rakibi için “onun hakkıydı” dedi.
Ons Jabeur -belirtmeliyim ki bu adı bu şekilde kullanmaktan rahatsızım, ama Cabir midir, başka ne olabilir, kendi başıma internet taramalarıyla çözemedim; Ons’u bizim nasıl okuyacağımızı da bulamadım-, az kalsın spor başarısı dışında bir de vize rezaletiyle manşetlere çıkacaktı ki, son anda hadisenin yanlış anlamadan kaynaklandığı anlaşıldı. “Çıkacaktı” demem doğru değil aslında, çünkü çıktı da. Ama haber doğru çıkmadı. Tunuslu tenisçinin anababasının vize alamadıkları için Londra’ya gelip kızlarının maçını izleyemedikleri haberiyle gazete sayfaları, siteler dolup taştı.
Jabeur, anababasının maçı izlemeye gelip gelmeyeceklerine ilişkin soruya, “Gelmeyecekler, vizeleri yok,” cevabı vermiş, gazeteci(ler?) bunu vize başvurularının reddedildiğine yormuş, öyle aktarmışlardı. Gürültü koptu. Britanya’nın Tunus büyükelçiliği, sosyal medyadan sporcuya hitaben, “anababan ve kızkardeşin seni desteklemeye gelemedikleri için çok üzgünüz, olayı araştıracağız” mesajı yayınladı. Belli ki büyükelçilikte “ne iş ya!” telaşı başgöstermişti.
İlk mevzumuz için bu kadarı yeterli. Ama ötesi için devamını anlatıp olguları tamamlamalıyım.
Haber yayılıp da diplomatik açıklamalara falan varınca tabiî muhabirler Jabeur’ün başına üşüştüler, fakat Wimbledon ikincisi tenisçi, “Yahu öyle değil,” diye düzeltti. Anababasına vize verilmemesi diye bir mesele yoktu, çünkü başvurmamışlardı bile: “Ben ‘vize alamadılar’ demedim ki, ‘vizeleri yok’ dedim. Süre yetmeyecekti vize işlemlerine…”
Niye, bilmiyoruz. Aile kızlarının finale yükselmesini mi beklemiyordu? Mağripli insanlar bunlar, zamanlama, organizasyon, disiplin bakımından bize benziyor olmaları muhtemel; belki hazırlıksız yakalandılar, belki tedbirsiz davrandılar, belki ağır kaldılar, bilemiyoruz.
Öte yandan, son anda karar verip, harekete geçip kızlarının final maçına gitme şansları var mıydı? Başvursalar onlara derhal vize verilir miydi? Gerçi Jabeur, İngiltere ile Tunus’un “araları iyidir, ilişkiler iyi” dedi açıklamasının sonunda, dostâne tavırla. Ama gördüğümüz üzre -ki, mevzu dediğim bu-, Büyük Britanya büyükelçiliği bile vize vermemiş -üstelik hatırlamıyor- olabileceklerini düşündü ki, “üzüldük, olayı araştırıyoruz” açıklaması yaptı.
Mevzuyu daha açık seçik ifade edeyim: Wimbledon finalisti Tunuslu tenisçinin anababasının vize başvurusunun reddedilmiş olma ihtimali hakkında, olağan şüpheliler dahil hiç kimse “Olmaz öyle saçma şey!” diyemedi.
Burada gariplik yok mu? Tuhaflık? Acayiplik? İşin garibi, tuhafı, acayibi, yok! Elbette bu olabilirdi, olabilir. Çünkü dünyanın “kuzey”i ile “güney”i arasındaki ilişki böyle.
Daha da böyle olacak. Görüntü algılayıcı kapanlarla donatılmış, otomatik ateşleyicilere sahip silah düzenekleriyle, üzerleri jiletli tel kaplı yüksek duvarlarla, yüksek gerilimli elektrik yüklü tel örgülerle kendini korumaya çalışan kuzey, güneyden gelen göçmen akınını çok daha vahşice yöntemlerle savuşturmaya çabalayacak. Frontex belki Afrika kıyılarına çok daha yakın yerlerde savunma hattı oluşturacak. Belki göçmen tekneleri sessiz sedasız batırılacak.
Bu setleri aşabilecek Tunuslu tenisçiler de ülkelerinde benzer duvarların, barikatların, silahlı muhafızların ardında yaşayan ayrıcalıklı azınlık mensupları olacak. Tıpkı kuzeyliler gibi, ilaçlara ulaşabilen, organları yenilenebilen, ömürleri uzatılan.
DÖNELİM HABERE
Bu haberle ilgili bir kıymığı battığı yerden çıkarmak isterim. Bu kıymıklar her yerde, her yerimize batıyor.
Bizim gazeteler ve haber siteleri haberi verirken Britanya büyükelçiliğinin açıklamasını “ailen ve kızkardeşin gelemedikleri için üzüldük…” diye çevirdiler. “Ailen ve kızkardeşin”! Kaç yere baktıysam istisnasız hepsinde aynıydı.
Bu ifadenin neden peşine düştüm? Çünkü kızkardeş sıfatı taşıyan birinin “aile”ye dahil olduğunu büyükelçilik açıklamasını yazan Birleşik Krallık memurunun bilmemesi düşünülemezdi. Zaten aile dememiş, “ebeveyn-anababa” anlamına gelen “parents”ı kullanmıştı. Çünkü “anababan ve kızkardeşin” demek mâkûl, “ailen ve kızkardeşin” demek saçmaydı. Bunları muhteşem İngilizce bilgimle çözmedim. Çünkü öyle bir donanımım yok. Britanya’da insanlar erken yaştan kızkardeşin aileye dahil olduğunu öğreniyorlardır diye düşündüm. Şu işe bakın ki, biz de öğreniyoruz. Bu konuda bir eğitim farkımız yok yani Britanya ahalisiyle. Ama galiba başka farkımız var: “parents”ı “aile” diye karşılayan birileri İngilizceden haber çevirip yayınlayabiliyor, bunu kimse okumuyor, kontrol etmiyor, düzeltmiyor, başka herkes oradan kopyalayıp yapıştırıyor, onlar da herhangi bir mantıksızlık görmüyorlar. İfade kimseye tuhaf görünmüyor. Gazeteciliğin, yayıncılığın asgarî ilkelerinden olan o pürüzü sezme içgüdüsü, henüz çözememiş olsa bile meslekten insana “yolunda gitmeyen bir şey var” sinyali veren, o nedensiz minik sıkıntıyı duyuran, sorumluluk ve haysiyet kaynaklı hassasiyet, geçersiz vize başvurusu çıkışında buruşturulup yol kenarına atılmış. Oysa kızkardeşin aileye dahil olduğu, sanırım bizimki gibi, birbirinin kafasını gözünü yarma ihtirasıyla yanıp tutuşan, tek toplummuş gibi yapan çoklu toplumlarda bile kimsenin itiraz etmeyeceği gerçektir. Ve hepimize küçük yaştan öğretilir. “Ailen ve kızkardeşinin” ifadesinin aklı başında kimsenin ağzından çıkmayacağını düşünmek, mantık gibi bizden esirgenen bir marifeti gerektirdiği için mazur mu görülmeli?
Bu yanlışı yapan tek yayın organı olsaydı, iki kişiyi suçlayabilirdik. İyi ihtimalle; çünkü belki artık birçok sitede çevrileni kontrol eden de yoktur. Nitekim görüyoruz ki, bize haberleri doğru dürüst iletmekle yükümlü birçok sitede, yayınlanmadan önce haberi okuyan, düzelten, ayrıntısına -ve bu derece basit yanlışların olup olmadığına bakan- kimse de yok. Herkes ilk kaynaktaki çeviriyi “hatasıyla sevabıyla” kopyalayıp yapıştırıyor.
Dahası da var. Haber önce “Tunuslu finalistin anababasına Birleşik Krallık vize vermemiş” diye çıktı. Bunun herkese pekâlâ olabilir, birçoklarımıza da “kesin olmuştur” görünmesinin artık nasıl felaket alâmeti sayılması gerektiğine işaret ettim, uzatmayayım. Fakat ardından, “vize verilmedi”nin yanlışlığı bizzat Ons Jabeur tarafından belirtildi. Haber düzeltildi. Peki bu düzeltme, “Britanya vize vermemiş” haberini verenlerce yapıldı mı? İlk haber kaç yerde var, düzeltme kaç yerde? “Niye düzeltelim ki? İngiliz emperyalistlerini mi savunuyorsun?” Bu durumda söylenebileceklerden ilki, sanırım. Bu lagarlıkla da bu çeşit ahlâkla da bizim meslek yürütülemez.
Wimbledon’un -bu basamağa yükselebilen ilk Afrikalı ve ilk Arap- finalistinin anababasının Birleşik Krallık konsolosluğuna başvurup da vize alamaması gibi bir skandal sahiden yaşanmış mı diye bakınırken, Taliban yüzünden Afganistan’dan kaçan bilgisayar mühendisinin Polonya sınırında karşılaştığı muameleye ilişkin sinir bozucu ayrıntılara rastgeldim. Savaş yüzünden Ukrayna’dan kaçanların arasındaydı, Avrupa’da daha ileri gitmeye çalışırken horlanıyor, itilip kakılıyordu.