Ekim Devrimi ile birlikte yeni bir toplum inşa ediyor olma heyecanı pek tabii sanatı da etkisi altında aldı. Dönemin avangart sanatçıları bize o günlerde hâkim olan toplumsal ruh halini harika bir şekilde yansıtıyor: Vladimir Tatlin, Kazimir Maleviç, El Lissitzky, Sergey Ayzenştayn, Aleksandr Rodçenko…
Tüm bu isimlerin arasında biri var ki çok farklı bir kompozisyon ile devrimin izini sürüyor. Bahsettiğimiz kişi Sovyet Özbekistan’ında yaşamış fotoğrafçı Max Penson. Kendisinin ‘her güne bir film rulosu’ tekniğiyle devrimin Orta Asya’daki yankısını neredeyse günbegün aktaran dev bir arşivi bulunuyor. Üstelik Penson’un kendine has fotoğrafçılık anlayışı, bize sosyalist gerçekçi sanat anlayışının hiç de tek tip olmadığını gösteriyor.
Önce kısaca hayatına değinelim. Bugün Rusya’nın Belarus sınırında bulunan Smolensk Oblastında 1893 yılında doğan Penson, daha sonra Vilnius’ta sanat eğitimi alır. Ancak dönemin antisemit ruh hali Penson’u da etkiler. Yahudi olduğu için pogromların hedefindedir ve bu nedenle 1914 yılında Orta Asya’ya sürülür, bugün Özbekistan sınırları içerisinde bulunan Hokand’da yaşamına devam eder.
Fakat Ekim Devrimi ile bölgede bir sanat okulu açma fırsatı bulur. Hokand Devrimci Komitesi’nin kararıyla açılan okulda başöğretmen olarak yüzlerce Özbek çocuğa resim dersi vermeye başlar. Kişisel hayatındaki en büyük devrim 1921 yılında kamera ile tanışmasıyla yaşanır. Okuldaki başarılarından dolayı kendisine bir fotoğraf makinası hediye edilir. Kamerasıyla başta Özbekistan olmak üzere Sovyet Orta Asya’sında seyahatlere çıkan Penson “Her gün bir film rulosu” kuralını takip ederek bölgede devrimin yansımasını avangart bir üslupla işler. 1940’a kadar 30 bini aşkın fotoğraf karesi yakalayacaktır.
Kamera tutkusu sonucu resmi haber ajansı TASS için de çalışmaya başlayan Penson, özellikle kadın ve çocuklara yönelik eğitim seferberliklerini konu edinir. Bunun yanı sıra kültürel hayat, spor, gelenekler ya kolektif çiftlikler sıkça fotoğraflarına yansır. Hatta Büyük Fergana Kanalı’nın inşasını Rodçenko ile birlikte belgeler (270 kilometrelik kanal 160 bin kişinin seferberliğiyle birlikte 45 gün gibi kısa bir sürede tamamlanmıştır). Öte yandan halka açık bir yerde bebeğini emziren genç bir kadını yansıtan “Özbek Madonna” isimli fotoğrafı 1937 yılında Paris’te düzenlenen Uluslararası Sergi’de Büyük Ödülü kazanır.
Ünlü Sovyet yönetmen Sergey Ayzenştayn 1940’ta Penson hakkında şunları söylüyor:
“Çalışması için spesifik bir arazi seçen, kendini tamamiyle ona adayan ve onu kendi kişisel kaderinin bütünleşmiş bir parçası yapan çok fazla usta kalmış olamaz…Sözgelişi Özbekistan’ın dört bir yanını kamerasıyla gezmiş, aynı anda birden fazla yerde olan Penson’dan bahsetmeden Fergana şehri hakkında konuşmak fiilen imkansızdır. Eşi benzeri bulunmayan fotoğraf arşivi, cumhuriyetin tarihini yıldan yıla takip etmemizi mümkün kılan materyali içeriyor. Kendisinin tüm sanatsal gelişimi, bu harika cumhuriyete bağlı.”
Görünen o ki Penson’un günlük film rulosu çok daha uzun vadede daha geniş bir zaman dilimini bütünlüklü bir şekilde anlamamızı kolaylaştırabiliyor. Ancak bize gösterdiği belki çok daha önemli bir şey var: Sosyalist gerçekçi fotoğrafçılığın tek bir türü olduğuna dair basmakalıp düşüncenin gerçek dışı olduğunu çok erken bir zamanda ortaya koyuyor. Öyle ki devrimci ruh kompozisyonlarında çok renkli, çok çeşitli bir işleyişle karşılaşıyoruz. Karelerin gündelik oluşu, devrimin her insanın hayatı için ne anlama geldiğini aktarıyor.
Örnek vermek gerekirse, Penson’un fotoğraflarında Özbekistan’ın pamuk işçileri idealize edilip ‘gururlu ve güçlü’ resmedilmiyor. Oldukları gibi, gündelik halleriyle film karesine yansıyorlar. Mutlu ya da üzgün, endişeli ya da heyecanlı, hatta kimi zaman esprili şekillerde o günün insanlarını okuma şansı buluyoruz. Hem Sovyet Özbekistan’ında kadın özgürlüğünün ne anlama geldiğini hem de geleneksel yaşamı peşi sıra görebiliyoruz.
Bugün belki böylesi bir anlatı ‘yeni’ ya da ‘devrimci’ değil. Ancak Penson’un zamanında sadece Özbekistan ya da Rusya için değil tüm dünyada bambaşka bir fotoğrafçılık olduğunu hatırlatmadan geçmemek gerek. Tam da bu yüzden Penson’un fotoğrafları foto muhabirliğinin anlatısında büyük rol oynuyor. Üstelik teknik olarak da avangart bir yolu tercih ediyor: Işığın kullanımı, keskin açılar ve kontrast gibi.
Penson'un yaşamına dönecek olursak, son yıllarını depresyon ve hastalıklarla boğuşarak geçirir. Fotoğraf çekimini bir tarafa bırakır sadece ara ara rötuşuyla ilgilenir. 1959 yılında uzun bir depresyonun sonucunda yaşamına son verir. Ardından 1966 yılında Sovyet Tacikistan’ının başkenti Taşkent korkunç bir depremle birlikte yerle bir olur, Penson’un arşivi de molozların altında kalır. Ailesinin çabalarıyla toplanan 50 bini aşkın fotoğraf ve negatif film bugünkü arşivi oluşturuyor.
Aslında Penson’un karelerinden okuyacağımız tek şey teknik olarak fotoğrafçılığa kattığı ufuk, ya da sosyalist gerçekçi, avangart görsel sanatlara katkıları değil; işlediği konular bize farklı bir toplumsal düzeni inşa etmenin heyecanını yansıtıyor. Bu heyecanın yarattığı ufuk ise hâlâ Penson’un karelerinden etrafa saçılmayı bekliyor.