“Diktatör, ömür boyu değil, yalnızca onu gerekli kılan nedenler ortadan kalkana kadar sınırlı bir süre için görevlendirilir… Bununla birlikte Diktatör, devleti güçsüzleştirebilecek bir şeyi yapma yetkisine sahip değildir. Örneğin Senato ve halkın elinden otoritesini alamaz ya da eski kurumları kaldırıp yenilerini kuramaz. Şu halde üç şey birlikte iş görmüştür: … kısa süreli diktatörlük; sınırlı diktatör gücü; bozulmamış Roma halkı.” (1)
Bu satırların yazarı, siyaset felsefesinin ve politik deneyimin sıra dışı düşünürü Machiavelli, on altıncı yüzyılın başlarında cumhuriyetlerin acil durumlarda geliştirdikleri bir kurum olarak Diktatörlük’ün işlevini sarih biçimde ortaya koydu. Birlikte iş gören üç şey, geçici statü, diğer kurumlarca sınırlandırma ve halkın gücünü sağlayan kurumlar ortadan kalkarsa zaruret halinin doğurduğu diktatörlüğün nasıl bir tiranlığa dönüşeceğini de deneyim gösteriyor.
OLAĞANÜSTÜ YÖNETİM USULLERİ TARİHİ OLARAK ANAYASA TARİHİMİZ
Machiavelli’nin beş yüzyıl önce kaleme aldığı eserde işlediği “zaruret hali-diktatörlük kurumu” modern anayasalara olağanüstü hal kavramı ile girdi. Osmanlı-Türkiye anayasal geleneği içinde de neredeyse beş yüz yıl önce dile getirilmiş kural içerildi. 1876 Anayasası’nın 113'üncü maddesi, acil durumun ortaya çıktığı bölgede, acil durum ile ilgili ve geçici bir süre ile padişaha sıkıyönetim (idare-i örfiye) ilan etme yetkisi vermişti. 113'üncü madde ilk halinde sürgün yetkisini de içeriyordu. Abdülhamit, bu maddeye dayanarak istibdadını kurdu, muhaliflerini yok etti. Anayasa ilan edildikten bir yıl sonra Meclisi Mebusan'ı tatil etti, anayasayı askıya aldı. 30 yıllık bir tiranlık döneminden sonra 1908 devrimiyle tahttan indirildi. 1909’da yürütmeye sınırsız yetki tanıyan 113'üncü maddenin sürgün hükümleri kaldırıldı, 1876 Anayasası’nda yapılan birçok değişiklikle parlamenter model benimsendi.
1921 Anayasası zaten olağanüstü yetkilere sahip bir meclis tarafından olağanüstü koşullarda yapılmıştı ve Meclis, yasama, yürütme ve yargı yetkilerini kendinde toplanmıştı. Ayrıca 1876 Anayasası’nın 1921 Anayasası tarafından kaldırılmamış hükümlerinin yürürlükte olduğu da kabul edilmişti. Bu nedenle olağanüstü hale ilişkin bir düzenleme yoktu, fakat elbette neredeyse Meclis tarafından atılan her adım olağanüstüydü. Tarık Zafer Tunaya Birinci TBMM’ye bu çerçevede “Diktatör Meclis” diyecekti. Bunu kuruculuğa işaret eden olumlu bir anlamda kullandığını sanırım söylemeye gerek yok.
1924 Anayasası’nın 86'ncı maddesinde sıkıyönetim düzenlendi. Acil bir durumda (savaş hali, savaşı gerektirecek bir durumun baş göstermesi, ayaklanma ya da cumhuriyete karşı kalkışma), geçici (bir ay süre) olarak yurdun bir bölümünde ya da her yerinde sıkıyönetim ilan etme yetkisi bakanlar kuruluna ve Meclis'in onayına bırakıldı. Bu defa madde temel hakları düzenleyen Türklerin Kamu Hakları bölümünde yer aldı. Sıkıyönetimin ne olduğu şöyle açıklandı: “Sıkıyönetim kişi ve konut dokunulmazlığının, basın, gönderişme, dernek ortaklık hürriyetlerinin geçici olarak kayıtlanması ve durdurulması demektir.” 1924 Anayasası kabul edildikten bir yıl sonra Takrir-i Sükun kanunu çıkarılmış, tek parti döneminin neredeyse tamamını kapsayacak genişlikte sıkıyönetim ilanları yaşanmıştır. 1924 Anayasası’nın ilginç bir yönü hem tek partili rejimin hem de çok partili rejimin kurumsal hukuksal çerçevesi olmasıdır. Çok partili rejimde de durum değişmemiş, ilan edilen sıkıyönetimler, konuya değil, muhalefetin bastırılmasına odaklanmıştır. Adnan Menderes’in diktatörleşme sürecinin aracı da yine sıkıyönetim ilanları olmuştur.
27 Mayıs 1960 askeri darbesinin ardından kurulan Kurucu Meclis bir yıl içinde bir anayasa taslağı hazırlamış ve cumhuriyet tarihinin en demokratik anayasası halkın yüzde 61.7’sinin oyuyla kabul edilmiştir. Anayasa bu defa olağanüstü yönetim usulleri başlığında iki olağanüstü hal ve sıkıyönetim olarak iki ayrı usul tanımlamış ve bunları birbirinden ayırmıştır. Machiavelli’nin uyarılarına yine sadık kalınmış, sebep, süre ve bölge gerekçeleri korunmuş ve diktatör yetkileri sınırlanmıştır. Ayrıca 1961 Anayasası tiranlığı engellemek için yeni kurumlar kurmuştur. Bunların başında da Kanunların ve TBMM içtüzüklerinin anayasaya uygunluğunu denetlemekle görevlendirilmiş Anayasa Mahkemesi vardır. 1961-1980 arası dönemde, dönemin başındaki darbe girişimlerinden başlayarak sıkıyönetimler ilan edilmiş; 1971 darbesinin ardından anayasanın gücü de kısılarak sıkıyönetimi genelleştirmeye çalışılan bir rejim kurulmuş ve sonu 12 Eylül faşist cuntasının yaptığı darbeye varmıştır.
40'ıncı yılını idrak edeceğimiz 12 Eylül 1980 faşist darbesinin ardından hazırlanan, yüzde 91.37 oyla kabul edilen 1982 Anayasası temel hak ve özgürlükleri kullanılmaz hale getirecek sınırlayıcı düzenlemelerle olağanlaşmış bir olağanüstü hal düzeni kurmaya yönelmiştir. Olağanüstü yönetim usullerine ilişkin düzenleme yine de Machiavelli’nin belli ölçütlerine sadık kalınmıştır. 12 Eylül sonrası dönemin önemli bir bölümü de olağanüstü hal uygulamalarıyla geçmiştir. 1982 Anayasası’na karşı toplumsal muhalefet yükseldikçe, anayasanın antidemokratik yönü zayıflatılmış ve anayasa standart bir burjuva demokratik çerçeve halini almıştı. Bu dönemde Anayasa Mahkemesi de olağanüstü yönetim usullerinde yaşanan yetki gasplarına müdahale etmiş 1990’ların başında çok önemli bir içtihat oluşturmuştu.
ANAYASASIZLAŞAN REJİM, KALICI OLAĞANÜSTÜ HAL
12 Eylül’ün otuzuncu yılında 12 Eylül ile hesaplaşma dönemi adıyla, 12 Eylül’ün Türk İslam sentezinin ürünü olan Erdoğan ve Fethullah Gülen tarafından başlatılan kampanya ise anayasasızlık döneminin sembolik başlangıcı olmuş, 1982 Anayasası etkili ve geçerli norm olma kapasitesini yitirmeye başlamıştır. Bu dönemde anayasaya uymayacağını söyleyenler bizzat Başbakan Erdoğan ve İçişleri Bakanı Efkan Ala’dan sonra yeni bir demokratik anayasa yapma girişimi başta belli olan sona 2012’de gelince diktatörleşme sürecinin kriz yaratma-çözme gerilimi süreklileşmiştir. “Ne istediniz de vermedik” sözünde cisimleşen iktidar paylaşımı 2014’te sonlanmış, 2016’da süreç Fethullahçıların darbe girişimine ve bunun lütuf olarak kullanılmasına varmıştır. Zaten kriz yaratma-kriz çözme sarmalında atlanan diktatörlük eşikleri, darbe girişiminin verdiği lütuf ile cumhuriyeti tiranlığa sürüklemiştir. Bunun aracı olarak kullanılan olağanüstü hal, anayasanın çerçevesinin çok ötesinde bir uygulama haline gelmiş, sınırlayıcı kurumları ortadan kaldırmış, halkın gücünü sağlayan araçları temellük etmiştir. Machiavelli’nin çerçevelediği üç kural birden ihlal edilmiştir. Olağanüstü hal uygulamasının süre sınırı, OHAL KHK’lerini kanunlaştırarak kaldırılmış, cumhuriyetin kurumsal yapısını ayakta tutan kurumların içi boşaltılmış ve halkın gücünü gösterme araçları olan medeni siyasi ve sosyal hak ve özgürlükler kullanılmaz hale getirilmiştir.
BİTMEYEN OLAĞANÜSTÜ HAL BİZE NE GÖSTERİYOR?
Bütün bu süreç, bizlere iki şeyi gösteriyor. Birincisi mevcut rejimin anayasal çerçevenin cumhuriyetin sınırlarının dışına çıkarak tiranlaştığıdır. Olağanüstü hal yönetim usulleri klasik diktatörlük kurumunun araçlarıyla tiranlaşmanın yolunu açmıştır.
İkincisi ve uzun vadede daha önemlisi cumhuriyetin kuruluşundan bu yana olağanüstü yönetim usullerine sıklıkla başvurulmuş olmasıdır. Bu, cumhuriyetin kuruluşuna ilişkin çelişkilerin demokratik zemine taşınamadığını göstermektedir. Dolayısıyla tiranlık ile mücadelede, yeni bir tiranlığın tuzağına düşmemek için demokratik mücadelelerin zemini olacak kurumları yaratacak siyasal gündemi ötelememek gerekir. Mevcut rejimin bitmeyen kalıcı olağanüstü halini ortadan kaldıracak ve cumhuriyetin demokratik çatışmaların zemini olmasını sağlayacak kurumların inşasını eş zamanlı olarak örmek, bu iki programı birbirinden ayırmamak esas olmalı…
(1) Machiavelli, Söylevler, çev. Alev Tolga, Say Yayınları, 2009, s. 133.