Kabataş yalanından mı başlamak gerek örneğin, ya da Türkiye’nin en önemli davası olarak başlatılan 12 Eylül davası iddianamesinin ilk sayfasında yapılan atıfların ciddiyetsizliğinden mi? Televizyonlara çıkarılan “akademik” zavallılıktan mı? Gazetelerden mi, manşetlerden mi, kanallar, köprülerden mi, yoksa önce ihale süreçlerinden mi? 29’un üzerine kaç harf gerekir acaba bu olağanüstü pespayeliği anlatmak için?
Mehveş Evin, 1993 yılında Sabah gazetesinde başladığı mesleki kariyerini mesleğe ilişkin birçok farklı konum ve kurumda sürdürdü. 2015 yılında Milliyet tarafından işine son verilene kadar. Gerçekleri yazma uğraşında olan mesleğin gereklerine uymayan çalışan birçok meslektaşı gibi. Kendi söyleyişiyle bu “çıkarılma” eski “önümüzdeki maçlara bakarız” işe son vermelerinden farklıydı. Artık Türkiye’de merkez medyanın kurumsal şemsiyesi altında çalışma ortamı ve gazetecinin buna ilişkin motivasyonu olmayacaktı. Çünkü merkez medya atmosferi bir daha geri gelmeyecek biçimde ortadan kalkmaya eğilimliydi. Evin’in bu süreçte giriştiği ve Türkiye’nin yakın tarihine çok güzel bir fikir ekseninde katkı sunan çalışması ile de belki bu “evren” bağlamında-sayesinde ortaya çıktı. Fikir, bütün benzerleri gibi güzelliğini yalınlığından alıyor. Türkiye’nin son dönemecini bütünlüklü biçimde anlayabileceğimiz bir “meseleler” haritasının A’dan Z’ye bir sözlük biçiminde örgütlendiği bir kitap: “A’dan Z’ye Buraya Nasıl Geldik?” Harflerin seçimi ve sözcüklerin meselelerle ilişkilendirilmesi bakımından gazetecilik vasıflarını genişleten bir üsluba değinmek de gerekir elbette, kitap fikrinin oluşmasında bir çıkıntının, Türkçe alfabede olmayan, ama Türkiye’de özel bir yasağa tabi olan “w” harfinin verdiği ilhama da. Tabii asıl değinilmesi gereken, “eski” gazetecilik anlayışı ile yetişmiş bir kalemin bıraktığı izlerden hayatlarımızı nesnesi ve öznesi kılan uzunca bir süreci yeniden karşılamanın yarattığı duygu. İlk baskısını Haziran 2018’de yapan kitabı henüz okuyabildim. Hem de kitabı okumadan katıldığım yazarla yapılan bir söyleşide, “henüz kitabı okumadım ama şu meseleyi ben de şöyle düşünmüştüm” diye başlayan uzunca bir söz almanın utancını yaşadıktan sonra.
O mesele Evin’in kitabının “O” harfinde ele aldığı “Olağanüstü” meselesiydi. Evin, iki nedenle “olağanüstü hal” sözcüğünü tercih etmemişti. Birincisi Türkiye’de yaşananların bir anayasal kurum olarak olağanüstü halin sınırlarının çok ötesine geçmesiydi. İkincisi ise olağanüstü sözcüğünün bu dönemde gerçekleştirilen olağanüstü direnişlere de yer açmasıydı. Zaten metne girmeden, başlığın altına yirminci yüzyıla ilham vermiş filozoflardan Walter Benjamin’in “Gerçek olağanüstü hali yaratmak bize düşen bir görevdir” cümlesini alıntılayarak “asıl niyetini” de ortaya koymuştu.
OLAĞANÜSTÜ
Belki de 2002’de başlayan AKP iktidarının en kalıcı boyutu olağanüstülük. Yasallık sınırlarının sürekli zorlandığı bir meşruiyet arayışında ve buna uygun bir evrende çok uzun zamandır yaşıyoruz. Anayasal sınırların aşılması, Anayasa’nın siyasal iktidara çizdiği sınırların çok uzun zamandır ortadan kaldırıldığı bir sürecin içinden geçtik. Bu yapılırken de referans hiçbir zaman yazılı kurallar olmadı. Kriz çözmek isteyen diktatöryel bir yönetimin meşruiyet arayışları oldu. Demokratik meşruiyet, plebisitlerde arandı ve her seçim Erdoğan’ın kriz çözücü bir diktatör olarak oylandığı plebisitlere dönüştürüldü.
Bu süreçlerde elbette kuralların, kurulu düzenin yerini sürekli kendini yaratılan krizler aracılığıyla inşa edilen bir belirsizlik ve öngörülmez alanı yaratıldı. Genel Kurmay Başkanı’nın tutuklandığı bir sabahtan yeni bir anayasa yapımı için uzlaşma komisyonu kurulduğu bir akşama; açılım-çözüm süreçlerinden Ankara’nın ortasında patlatılan canlı bombalara, bölgede ilan edilen sokağa çıkma yasaklarının ardından yüzlerce insanın öldürülmesine, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden en önemli demokratik aktörlerden biri olarak ortaya çıkan Demirtaş’ın tutuklanmasına; faşist 12 Eylül cuntasının yargılanacağına ilişkin beklentilere uyanılan bir dönemden askeri sivil darbelerle halkın yarısının kriminalize edildiği bir döneme hızlıca geçtik. (AKP iktidarının kurumsallaşması bakımından bunların tutarsızlıklar ya da dönüşler olmadığını, aksine izlenen bir hat olduğunu daha önce bu sayfada dile getirmiştim) Ardından da ülkemizin bir savaştan bir savaşa sürüklendiği, kendini böylece ayakta tutabilen bir olağanüstülüğün ortasına.
OLAĞANIN ÜSTÜ-AŞAĞISI
Bu olağanüstülük içindeki en önemli kırılma elbette Gezi direnişi. Üzerine çok yazıldı ve çok konuşuldu. Fakat ona ilişkin belki de bu yazı bağlamında söylenebilecek önemli şey direnişteki yaratıcılık. Süre olarak kısa bir dirilmenin, ayağa kalkmanın zamanda yarattığı ciddi bir kırılma, Türkiye’nin hafızasında kalıcı bir yenilenme, gerçek bir olağanüstü halin yaratılması süreci.
Bunun karşısında ise tam anlamıyla olağanüstü bir pespayeliğin yer aldığını söylemek mümkün. Bir oksimoron olarak görülebilecek bu sıfat tamlaması belki de günümüzü tarif ediyor. Evet her an her şeyin olabileceği bir olağanüstülüğün içindeyiz. Neredeyse hiçbir şeye şaşırmak mümkün değil. Fakat bu olağanüstülüğü yaratanların yer aldığı televizyonlar, hukukunu yaratan organlar, uygulayan mahkemeler sıradanın da aşağısında bir entelektüel-bilişsel kapasiteyle akla ziyan söz ve eylemlerle ortaya çıkıyorlar.
Kabataş yalanından mı başlamak gerek örneğin, ya da Türkiye’nin en önemli davası olarak başlatılan 12 Eylül davası iddianamesinin ilk sayfasında yapılan atıfların ciddiyetsizliğinden mi? Televizyonlara çıkarılan “akademik” zavallılıktan mı? Gazetelerden mi, manşetlerden mi, kanallar, köprülerden mi, yoksa önce ihale süreçlerinden mi? 29’un üzerine kaç harf gerekir acaba bu olağanüstü pespayeliği anlatmak için? Bir de bunun sözlüğünü oluşturmak fena olmaz mı bu dönemi anlamak için?