Etrafı dağlar ve ormanlarla çevrili bir göl düşünün. Kış bütün
şiddetiyle gelmiş, göl donmuş. Donan gölün üzerinde kayan, paten
yapan insanlar var. Kayanlar arasında bir çift olsun, birbirine çok
aşık. Hemen onların yanında, belli ki kaymayı yeni öğrenen bir
çocuk. Gölün kenarında, onu endişe ile takip eden annesi. Gölün
diğer tarafında bir acil durum ekibi olsun, kayarken düşerek
bacağını kıran bir adamı sedyeye koyan. Göl kenarında, kayanları
resmeden bir ressam. Durmaksızın kayan bir sporcu da olsun
yarışmalara hazırlanan.
Kalabalık ve işleri ile ilgili örnekler çoğaltılabilir. Bize
şimdilik bu kadarı yeter. Çünkü, verilen örnekler, oradaki herkesin
ortak noktasının buz olduğunu anlamamız için yeterliydi. Şu donan
gölle ilgili deneyimlerini sorsak, değişik yanıtlar alırdık. Aşık
çift, deneyimlerini şiirsel bir tavırla anlatabilir. Bacağını kıran
kişi bu tür yerlerde kaymanın yasaklanması gerektiğini
söyleyebilir. Ressam, yalnızca burada yakaladığı sihirli atmosfer
için bütün bir yıl beklediğini anlatabilir. Endişeli anne buzun
kırılma ihtimalinin kendisini yiyip bitirdiği, aslında buraya hiç
gelmek istemediği duygusuna bizi ortak edebilir. Sporcu ise
kalabalıktan şikayet edebilir.
Kişiler, donan gölle/buzla olan ilişkilerini; edebi, şiirsel,
kaygılı, düşmanca, acılı, sevinçli duygularla anlatabilirler.
Anlatılan şeyler olaylardır. Bu manzarada olgu, soğuk etkisi alan
suyun donmuş olduğudur. Olgu, donma sıcaklığında bulunan suyun katı
hale geçmiş olmasıdır. Neden soğuktur, sonuç ise katılaşma.
Bir olgu üzerinde konuşurken, olaylar önem arz etmez. Olgu
konuşulurken, öznel tecrübeler konuyla ilgili değildir. Olgular
doğada determinedir, eğitimli her bilinç bunu anlar. Düşünce
alanında, olay ve olgu farkının anlaşılamaması, ikili ilişkilerde
büyük sorun yaratır. Oysa, bu geldiğimiz aşama yalnızca
başlangıçtır. Henüz, neden-sonuç ilişkisini kurmayı becerdik.
Neden sonuç ilişkileri bitmiş ilişkilerdir, tamamlanmışlardır.
Anda, duyu algımıza çarpanlar bize nedeni açıklamaz. Kuşkusuz,
tecrübe ile artık ne olup bittiğini biliriz: Soğuk havalarda sular
donar. Doğada buz gördüğümüzde, buz bize neden buz haline geldiğini
anlatmaz. Soğuk fikri, katılaşmayı içermez çünkü. Neden-sonuç
ilişkisini bilmek olguyu bilmemizle sonuçlanır. Hava soğudu, su
dondu. Biliriz ama anlamayız.
Olgusal düşünen, gözlem ve deney takip edebilen birisinin şu
soruyu sorması normaldir: Buz sudan ağır değil midir? Buz nasıl
oluyor da yüzeyde tutunuyor? Neden sonuç ilişkisine göre yanıt
şudur: Evet, diğer sıvılar donduklarında, hacimleri azalır,
yoğunlukları artar. Su ise farklı bir özellik gösterir. Dondukça
yoğunluğu azalır, bu nedenle suda yüzer; donma olayı yüzeyden
başlar. Suyun yapısındaki hidrojen moleküllerinin, birbirileri ile
ağ oluşturan bir yapıda bağlanma eğilimleri nedeni ile adeta bir
kafes oluşur ve buz yüzer.
Bilim ile sorular sordum, yanıtlar aldım. Neden öyle olduğunu
biliyorum artık, ama anladım mı? Hayır. Anlayamamanın bizde
yarattığı huzursuzluğu ciddiye alırsak, bir sonraki aşamaya
geçeriz: Amaç sebep ilişkisini anlama aşamasına. Anlamak, amaç ile
yakından ilişkilidir. Donmanın yüzeyden değil dipten başlaması
durumunda, suda yaşayan canlılar öleceği için yeryüzünde yaşamın
olanaklı olamayacağı açıklandığında “Tamam, nihayet anladım, aklıma
yattı şimdi” derim. Burada, amaç-sebep ilişkisini görmüş oluruz.
Sebep söz konusu olduğunda, sonuç öncüllerden çıkar. Bu mantıki
zorunluluktur. Bu olayların olmasının sebebi şu sonuç içindi.
Doğadaki bu akla uygunluk bizdeki akla uyduğu için, açıklama tatmin
duygusu yaratır. Önceki açıklamalar, kabullerdir. Felsefenin
anlaşılmasındaki güçlüklerden birisi budur. Felsefenin, dinlerin
yorumunun çocukça bir tutumla yapılmasına neden, bu ayrıntının
uygulanmasındaki güçlüktür. Düşünmemizi derinleştirirsek, aslında
bilimde bile yöntemin, sonuç tarafından belirlendiğini anlarız.
Düşünme faaliyetini bu göl metaforu ile yürütürsek, paten yapan
kişinin, olayların kendisinde yarattığı duygulanımları bir
olguymuşçasına öne sürmesinin problem olduğunu görürüz. Duygular
devrede olduğunda neden-sonuç ilişkisini kurmak bile güçleşir.
İnsanların olayları, olguymuşçasına ele almalarındaki sorun buradan
kaynaklanır. Hatta, neden-sonuç ile yetinen bilinç, evrenin bile
bir ilk neden ilkesi ile bilinmesini ister. Zamansal öncellik ile
mantıksal öncelliğin ayırdına varamaz. Örneğin, yumurta hücresi
sperm hücresi ile birleştiğinde, oluşan zigot, embriyo uğruna;
embriyo, fetus uğrunadır. Bir insanın çocukluğu, yetişkinliğine
zamansal olarak önceldir. Ancak, mantıksal olarak yetişkinlik
önceldir, çünkü çocukluk yetişkinlik uğrunadır. Halk düzeyine inen
bir din anlayışı Tanrı’yı evrenin nedeni olarak bilmek ister ya da
değildir diye reddeder. İdealizmi de her şeyin nedenini zihin
olarak açıklayan bir felsefe diye algılar.
Gölü çevreleyen dağlardan birisine tırmanıp, görüş alanımızı
genişletirsek alanda olan biten her şeyi gözlemleme fırsatımız
olur. Giderek, bölgeyi, ülkeyi, dünyayı anlamlandırma çabasına
gireriz. Zihin, parçalayarak işlem yapar. Diyalektiği anlamaz. Akıl
devreye girip, düşünme çerçevesi genişledikçe, diyalektikte
kalmakta bile zorlanırız. Oysa, an bütünün bilgisini gerektirir.
Giderek polidiyalektik* yetiye ihtiyaç duyarız. Mantık,
yaşantılanmışlık yoksa boş bir ezberdir. Hegel o nedenle “biricik
amacım, felsefenin edimsel olduğunu göstermektir” dedi. Düşünme
alanı başıboş bir alan değildir. Doğa alanında olduğu gibi, düşünme
de aklın yasalarına uyar. Gündelik yaşamında yalnızca olayları dert
eden bir kişinin (iş, aile, çoluk çocuk, beslenme, barınma,
seyahat, ilişkiler vd) konu düşünmeye gelince, mucizevi bir sıçrama
yaptığına inanması çocuksudur. Kavramsal düşünmenin mantıksal bir
zemininin olduğu gösterilmiştir. Sağlam zemin, ölçü üzerine
kurulur. Zirveye zeminden çıkılır, zırvaya her yerden.**
Amaç sebep ilişkisinin ötesine de işaret edilmiştir. Bu
Platon’da entelekt olarak anılan akıldır. Tasavvufta Gayî İllet
denir. Çıktığı yer soyut, varacağı yer soyut, bütünsel yönelim
isteyen bir faaliyet. Niyet, insana özgüdür. Aslında niyet, çoklu
yapıda olamaz: Tektir. Tutku ile gayesine bağlı insanın dünyasını
değiştirme olanağı vardır. Bizdeki tutkuyu fitilleyecek bir amaç
olmadığı sürece, yaşam alışkanlıkların bir tekrarı haline gelir,
mecburen. Neden ve niçin aynı yanıtla yetinmez. Niçin, değerler
alanına sürükleyen soru kalıbıdır.
* Metin Bobaroğlu’nun bir kavramı.
** Hakan Poyraz tweetinden alıntı.