Gündelik olanın içinde kendi halinde bir sanat var. Derin, sade ve hoşnutluk yayan bir şey. Yüzümü döndüğüm birçok noktada az ya da çok gördüğümü sandığım veya hissettiğim bir şey. Kuşkusuz bir başkasına gündelik hayata mahsus karmaşıklıklar da aynı "sanatvari" hoşnutluk duygusunu verebilir. Üstelik muhtemelen karmaşanın sanatla ilişkisi sadelikten ve hafiflikten daha yüksektir. Olsun. Karmaşadan hayır görmek ve oradan hatırı sayılır bir iş çıkarabilmek için ya Pablo Picasso olmalı ya da Salvador Dali.
Takdir edersiniz ki böyle sanatçılardan da her yüzyıla ancak bir iki isim düşüyor... Onları da çok abartmamak lazım üstelik. Salvador Dali ergen gibi portre fotoğrafı (şimdinin selfisi) çektirip durmuş. Orijinal olacağım diye kulağıylan bıyığıylan oynamış. Picasso’ya da "Hırsız" diyorlar. Mona Lisa’yı bile çalabilecek tıynette. Bir de Claude Monet’ye bakın siz, onlar gibi mi? Pastel bir ahenk içinde bağını bağçasını filan resimlemekle yetinmiş. Bugün Türkiye’de birçok mekanı ağlayan çocuk resmi ile birlikte onun resimleri süsler. Hakkıdır hakka tapan milletimin Monet...
Ha, sanki herkes bağından bahçesinden Monet gibi sanat mı "çıkarıyor” diye soracak olursanız, esasen Monet de bu sadeliğin içinden sadece kendisini bulup çıkarmaya çalışıyor diyebilirim. Dünyanın keşmekeşinden kendini “çekip çıkarma” çabası başlı başına bir sanat değilse, nedir? Şaka bir yana, resim sanatıyla ilişkim zayıftır. Karınca kararınca, kendime kadar... Uzatmayayım.
Kendimizi keşmekeşten çıkarıp çıkaramıyor olmamızın da bir önemi yok esasen. Böyle bir çabamız olsun yeter. Akıl sağlığını korumaya çalışıyorsun sonuçta. Sabahları er ya da geç uyanıyor. Geceleri er ya da geç uyuyorsun. Dört duvar arasında sıkışmış yarasa gibi o duvardan ötekine çarpıp durmuyorsun. İnsan zaten kendini tek başına hiçbir balçıktan çekip "çıkaramaz”. Kendi küçük ve sade hayatının içinde bir şeyleri yoluna koyduğunu ve artık biraz nefesleneceğini sanırsın, hoop etrafındaki bir şey yıkılıverir... Bunun böyle olabileceğini, birilerinin “makul” olması ve birilerinin üç gün sonrasını düşünen taraf olması gerektiğini hep bilirsin. Tabii mütemadiyen öngörüye ve “şuura zorlanmanın,” Monet resimlerinden huzur devşirmeye zorlanmanın bir tür şiddet olduğunu da şok halinde kavrarsın. Bu da ayrı...
O yüzden de bu şiddet döngüsüne takılmayıp kendimiz için yapabileceklerimize bakalım. Dünya öylesine berbat bir yer ki oradan sağ çıkabilmek için bir parça tedbirli olmak lazım galiba. İyimserlik ve şuursuzluğu, sersemlik ve cesareti karıştırıp durmak –günümüz dünyası bunları bir paranın iki yüzü olarak kodlamış olsa da- er ya da geç hüsran getiriyor. Er ya da geç dedim ama aslında "hüsran” hiç bir zaman ve hiçbir yere geç kalmıyor.
Neyse işte, gündeliğin içindeki sanatı bularak kendimizi dünyanın keşmekeşinden kurtarmaktan söz ederken neredeyse Haruki Murakami’ye vardık. Murakami 29 yaşına kadar bir şey yazmayı aklından bile geçirmemiş. Karısıyla birlikte Tokyo’da bir jazz bar işletmiş. Bir gün bir beyzbol karşılaşmasını izlemenin verdiği esinle masanın başına geçmiş ve Rüzgarın Şarkısını Dinle adlı romanını yazmış. On ay boyunca, jazz bardan döndüğü saatlerde, kıçını kırıp evinde oturmuş ve bir Japon sebatkarlığıylan yazıp durmuş o ilk romanı. O gün bugündür yazıyor. Ününün çok da bir önemi yok bence. Fakat kesin olarak yaşamından hoşnut bir insandır diye düşünüyorum. Önemli olan da bu. Geçen gün Adem Erkoçak’ın hikâyesini paylaştığı taksici gibi... İşte böyle. Hayatın içine gömülü bir hoşnutluk imkanı var. Herbirimizin de kendi kapasitesi ve maalesef zaafları var. Hem kapasiteni hem de zaaflarını bileceksin. Sadece birini bilmekle olmuyor.
Daha fazla dağıtmayalım. Bulunduğumuz yerde olmak ve olduğumuz yerde bulunmak konusuna dönelim. Oturduğu masada saatler boyunca sudoku oynamaktan başka pek bir şey yapmayan birini tanımıştım. Oysa yapabileceği çok şey vardı. Her Allah’ın günü gelip oturduğu masada, kulaklığını takıp sudokulara gömüldüğü andan sonra bambaşka bir yere ışınlanıyordu (sanırım). Oturduğu masada bulunmuyor, ışınlandığı yerlerde olamıyordu. Şimdi anlıyorum bunu. Bugün çoğu kimse için sosyal medya dünyaları bu işi görüyor. Esasen umurlarında olmadıkları kişilerin ilgisi ya da ilgisizliği bulunulamayan o dünyanın yerine geçiyor. Oysa zaman akıp gidiyor...
Canımın içi Almodovar’ın ana rollerden birini vererek bir kez daha kalbimin baş köşesine yerleştirdiği Penelope Cruz’lu Acı ve Zafer filmini izlerken bunları düşündüm. Sinemadan çıkınca da uzun uzun yürüyüp, uzun uzun düşüneyim istedim... Hâlâ düşünüyorum desem yeridir.
Almodovar’ın filmi gündeliğin büyülü estetiğinden sanata, sadelikteki ihtişamdan kendi yeteneğiyle zehirlenmemiş bir varoluş imkanına götürdü zihnimi. Filmin meselesinin hiç de böyle bir şey olmadığının da farkındayım üstelik. Almodovar filmlerinin birçoğunda gündeliğin içindeki sanatı başta kırmızıyla olmak üzere rengarenk belirginleştirerek görünür hale getiren bir kompozisyon var. Nesneler, mekanlar ve insanlar capcanlı renkleri kuşanıyor. Acı ve Zafer’de anne baba ve çocuktan oluşan küçük ve yoksul ailenin taşınıp yerleşmek zorunda kaldığı mağaramsı evde de var bu sanatsal görkem, tek tek her her mekanda ve nesnede de var.
Filmde kurduğu dünyayı -istediği kadar sert, acımasız ve zor yönleriyle ele almış olsun- gündeliğin görkemli güzelliğini gözden hiç kaçırmıyor Almodovar. Kuşkusuz kendinden çalınmış mutluluk anlarını ya da raydan çıkan hayatları bu karelerdeki güzellikle geri döndürmeye çalıştığını düşünüyor olmam tamamen benim "kuruntum” da olabilir. Sinema budur zaten, herkesin başka türlü içine düşebileceği bir "kuruntu”. Almodovar’ın kar beyaz mağarasında, pembe, lila ve kırmızı çiçekler, mavi (miydi) pervazlar ve sandalyeler.... Mağara da da, hücre de de hüküm süren bir yaşama sanatı.
"Gündelik” olanın güzelleşebileceğine ve dönüşebileceğine kuvvetle inanan ve bunun için mücadele eden çok kişinin "düşünce suçlusu” olarak cezaevine tıkılmış olması boşuna değil. Onlar cezaevlerinde soğan kabuğundan regl kanına varıncaya dek, rengi olan her şeyi bir imkana dönüştürmeye ve dört duvar arasında bir güzellik yaratmaya devam ediyorlar. Roman ve şiir yazan, resim yapanlar da onlar... Köktendinciliğin gündelikten yüz çevirmesi, onu reddetmesi ve gündelik hayatı, baştan çıkarıcı cazibesine karşı koyulacak bir "aldatmaca” olarak kodlaması da boşuna değil tabii.
Lafı dönüp dolaştırıp ara sıra kendisine getirdiğim Crispin Sartwell Yaşama Sanatı kitabında günümüz güzel sanatlarının gündelik olana yabancılaşmasına hayıflanır. Sartwell sanatın yapılan şeye odaklanma, sahip olduğumuz şeyi takdir etme ve zaten orada olan şeyde özümlenmenin bir yolu olduğunu ifade eder. Japon çay seremonilerinde filan bu kavrayışın izini sürer. Halimizden hoşnutsak, Japonlar da çay seremonileri de bizden uzak olsun tabii. Fakat değilsek, durup bir düşünmeliyiz. Zira her şey bir yana, bulunduğun yerde olamama –ya da tam tersi- haller epeyce ıstırap verici.
Bugün bunlardan söz edeyim istedim. Şu sütunda neredeyse üç yıldır yazıp durduğuma göre ara sıra da gündelik hayatın sıradan akışına duyduğum aşkı ve bu konudaki düşüncelerimi paylaşma lüksüm de olsun, değil mi?