Olimpiyat seremonilerinin üç rengi: Mavi Diyonizos, Kırmızı Conciergerie, Beyaz Jean D’arc

Hz. İsa’nın son akşam yemeğinde, yediği şeyin aslında Diyonizos olduğuna ilişkin bir enstelasyon ve performans, bir yanıyla iki bin yıldan daha fazla süredir süren Diyonizyak neşe ve Hıristiyan çileciliği tartışmasına harika bir gönderme oldu.

Osman Özarslan osmanozarslan@gmail.com

Paris olimpiyatlarının açılış seremonileri pek çok bakımdan ilgi çekiciydi. Her şeyden önce, seremoniyi tasarlayanlar, mesela panHelenizm ile dolu Atina (2004) ya da yanar döner ortaya karışık Sydney (2000) gibi, homo-erektus’tan homo-sapiens’e tarih nasıl aktı konulu bir tarih müsameresi sergilemek yerine, daha hümanistik, daha hermenötik ve daha karnavalesk bir tarihsel miras anlatısı inşa etmeye çalışmışlar. Bu anlatının perspektifi de, medeniyetlerin senkretik biçimde evrimleşmesi kurgulu görseller yerine, hümanite ve Avrupa medeniyetinin bugününü kuran, insanlığın tarihsel çatışmalarının epizotlarına, kurucu mitolojilere ve kollektif bilincin arketiplerine odaklanmış. Dolayısıyla, insanlık uyumdan ziyade, çatışma ve çatışmalara konumlanan gerilimler etrafında resmedilmiş.

Elbette bu seremoninin en tartışılan ve en harika enstalasyonu, Da Vinci’nin Son Akşam Yemeği/The Last Supper’ın karnavalesk performansıydı. Modern dünyanın olimpiyatları, bir önceki yazıda anlattığımız üzere, Avrupa’nın ulus devlet ve Euro-centrik bakış açısıyla inşa edilmiş yer yer militer, öjenist, ırkçı bir tertibat olsa da, antik dünyada olimpiyatların anlamı, bedenin kutsallaştırılmasını da içeren ama Diyonizyak festival ve karnavalesk eğlence kültürüne yakın bir yerde durur. Bu bakımdan, Paris olimpiyatlarının karnavalesk yönü ve stadyumlardan Paris’e taşan festival havası, Avrupa’da 19. yüzyılın ortalarından itibaren modern olimpiyatların başladığı dönemlerdeki, ırkların ve ulusların öjenizm ve fütürizm yarıştırdıkları müsabakalara değil, olimpiyatların arkaik anlamına, orta çağ sonrası modernliğin barok arzular ile kilise ruhbanlığı arasında sıkışmış çatışmaları üzerinden göz kırptı.

Paris Olimpiyatları (2024) Son Akşam Yemeği

Dolayısıyla, herhalde modern tarihte ilk kez, bu tarihsel ironinin eklenmesiyle birlikte, olimpiyatların antik katmanlarından birisi olan eğlence/festival de olimpiyatlara eklenmiş oldu. Üstelik, bu eklenti, tarihsel bir çatışmayı harika bir ironi katmanıyla sahneye çıkarttı. Nietzche gibi Hıristiyanlığı bir tür köle isyanı ve bunun ahlaki dayatması olarak gören düşünürlerin, sıklıkla vurguladıkları üzere, Hıristiyanlık ve semavi dinler, Platoncu işlevsel akıl ile birleşerek, Hıristiyanlıktan modern endüstriyel kapitalist dünyaya kadar, dünyayı muhafazakar, çekilmez, çileci bir yer haline getirdiler. Hıristiyanlık ve Weber’in diliyle söylersek, onun protestan ahlakı ile, dünyanın neşesine el konuldu; çalışma, disiplin, perhiz ve çile dünyevi varoluşun anlamı haline getirildi, böylelikle, Platon öncesi Yunan felsefesinin Diyonizyak ruhu, önce Hıristiyan çileciliği tarafından sonra da Ortaçağ ruhbanlığı tarafından müsadere edilmiş oldu.

Dolayısıyla, Hz. İsa’nın son akşam yemeğinde, yediği şeyin aslında Diyonizos olduğuna ilişkin bir enstelasyon ve performans, bir yanıyla iki bin yıldan daha fazla süredir süren Diyonizyak neşe ve Hıristiyan çileciliği tartışmasına harika bir gönderme oldu. Tabii bir de, pisuvardan muz hevengine doğru sıçrayan küratör zanaatkarlığının aslında yıllardır yapamadığı ve yapması gereken şeyin neye benzediği üzerine de muazzam, ironi ve akıl dolu bir gösteriyi de izlemiş olduk.

Ama son akşam yemeğinin mesajı ya da bende uyanan mesajı bunlarla sınırlı değil. Diyonizos, avamın (ahali/commons/populus) karnavalesk taşkınlığını, sıradanlığını temsilen Hıristiyanlıkla iki bin yıldır çatışıyor ama Hazreti İsa doğmadan önceki  iki bin yılda da başka tanrılarla bilhassa dirlik ve düzenlik sultanı Zeus ile çatışmıştı. Zeus’un yerini Hz. İsa ve Hıristiyanlık aldı. Hıristiyanlık ve Hz. İsa’nın yerinde ise şimdi Drag Queenler oturuyor (RTE sesiyle “kadere bak, kadere bak, kimler kimlerle geziyor”), burada oldukça derin tersinlemeci karnavalesk bir mesaj ya da en azından bir soru var: Günümüzün keyifçileri olarak, bugünün Zeusları tarafından pek çok biçimde çile çekmek durumunda kalan Drag Queen’ler, yakın zamanın peygamberlerine ve geleceğin teolojisinin sahiplerine dönüşebilirler (mi acaba?).  Zira, tarih bize, çile, özgürlük, keyfin birbirine teğellenmiş uçlarının, kolaylıkla iktidar dizpozitifine dönüşebildiğini gösterdi. Eşcinsel pagan imparatorlar, senatörler ve taassub sahibi mutmain Hıristiyanlar iktidar söz konusu olduğunda kolaylıkla birbirlerinin yerini alabildiler. Yani, sizin yaşam tarzınız ve cinsel tercihleriniz, sizi özgürleştirmeye yetmeyebilir, Diyonizos’un etini yiyecek kadar kanibalist, onu o masaya getirecek kadar muhafazakar olabilirsiniz, ki “Cezayirli Boksör” etrafında dönen, trans, hormon, CİS, TERF, cinsel yönelimler tartışması, taraflar açısından muhafazakarlaşmanın, özcülüğün ne kadar da cepte görülebileceğine ilişkin pek çok tarihsel anekdot sundu.

Paris Olimpiyatları 2024- Marie Antoinette

Paris Olimpiyatlarının açılışına ilişkin ikinci büyük tarihsel olay, Marie Antoinette’in kafasının yeniden Conciergerie’ye getirilmesi oldu. Conciergerie, 14. yüzyıldan kalma bir Fransız şatosu ve Fransız devriminin terör döneminde, giyotine gönderilecek olanların getirildiği son duraktı. Marie Antoinette’in de kellesi giyotinle vurulmadan kaldığı yer burasıydı. Marie Antoinette, Fransız Devrimi’nde özellikle, Sankülot (donsuzlar) ve Montanyarlar (dağlılar) gibi ahali içinde örgütlenmiş fraksiyonların nefret objesine dönüştürülmüş, kendisiyle ilgili yapılan litografilerle beslenen pornografik neşriyatta(1), zoofiliden, nimfomaniye(2), Leviathan’dan ülkenin kanını emen asalak canavara kadar çok değişik biçimlerde resmedilmişti. Dolayısıyla Fransız Devrimi’nde kralın idam edilmesi siyasi bir şeydi ama Marie Antoinette’in idam edilmesi, halka verilmiş bir ödüldü. Gojira’nın işte bu olayı anlatan Fransız Devrimi şarkılarından birisini yeniden yorumlaması, hele yüzü maskeli elinde meşale taşıyan akrobatın, arka profilden, elindeki meşaleyi olimpiyatlar için değil de sarayları ateşe vermeye azmetmiş arsonist bir sabotajcı olarak tehditkar bir şekilde gösterilmesi ve  Conciergerie’nin camlarından Fransız Devrimi’nde dökülen aristokrat kanını temsilen yere saçılan kırmızı konfetiler…

Devrim ve terör günlerine özlem gibi görünen bu sahneler, neo-liberal dünyada Sarkozy’nin kimliksiz sağcılığında yaşanınca elbette biraz daha derinden düşünmek lazım. Bir devrimi ve devrimin tarihsel mirasını gömmenin pek çok yolu vardır, mesela Fransız Devrimi’nin karnavalını sahneye seyirlik bir malzeme olarak çıkarırken, Paris Komünü’nü hatırlanmayacak hatıralar arasında tutmaya devam etmek bunlardan birisi olabilir. Başka türlü söylersek, aslında, Paris sokaklarında Fransız devrimini mayalayan karnaval ve barok dünya, yeni hegemonya stratejileriyle, Fransız devrimi’nin bir parodiye dönüşmesini, karnavalın da bu stratejilerin bir taşeronu/frençayzı haline gelmesini sağladı.

Ki Conciergerie ve Fransız Devrimi meselesini çok da fazla abartmamakta fayda var, neticede bu şatodan giyotine yalnızca Marie Antoinette gönderilmedi, Robespierre, Danton ve Marat da kellelerini giyotine vermeden önce son gecelerini burada geçirdiler. Yani Netekim Paşa’nın dediği gibi “bir sizden, bir bizden”… Her şeye rağmen, Gojira’nın harika gösterisi eşliğinde güzel bir şarkı dinlemiş olduk.

Ki, Fransa Olimpiyat komitesi, yiğitliğe lacivert düşürmemek için, mavi Diyonizos’un aslında Hz. İsa’ya sunulmadığını ve olayın ‘son akşam yemeği’ olmadığını söyledikten sonra, kırmızıyla da fazlaca oynamayacağını en azından ima etti. Çünkü, Fransız burjuvaları 1793 ve 1815’te 1789’a yapılan tahsislerden dolayı, muhafazakarlığın çok da şakaya gelmeyeceğini bilirler. Belki de bu yüzden, Paris olimpiyatlarının maskotu olan Frig şapkasını neredeyse hiç görmedik. Amerikan Devrimi’nden Fransız Devrimi’ne miras kalan Frig şapkası Paris Olimpiyatları’nın maskotu olarak seçilmiş ve paralimpik tarafın vurgulanması için de Frig şapkalı maskotlardan birisi protezli olarak çizilmişti.

Ne var ki,  Fransa tarihi açısından, hem jacobenliğin, hem bayraktaki kırmızı rengin, hem isyankarlığın hem de (Olemp De Gauge’un kesik başının izin verdiği kadar) kadın özgürleşmesinin sembolü olan Frig şapkası, (Ki Delocraix’in meşhur Halka Önderlik Eden Özgürlük, tablosunda, bir göğsü açık halka önderlik eden Fransa ana’nın başında da Frig şapkası vardır) hiç görünür olmadı. Dahası, görünmeyen, yeraltına çekilmiş Frig şapkası pek konuşulmadı, son akşam yemeği ile ilgili Avrupa Hıristiyanları ve papalık tepki gösterince de olimpiyat komitesi, bu performansın Da vinci tablosu ve Hz. İsa ile bir ilgisi yoktur diyerek, Jean D’arc’ın mekanik beyaz atına binip dörtnala uzaklaştılar.

Zaten bir gösteri toplumunda yaşadığımıza göre, bunların tamamı bu gösterinin sınırları içinde kabul edilebilir (di) ve gördüklerimiz, arzular dünyamızın fantezilerini beslemeye devam edebilirdi. Ki bu bakımdan, Zizek’in erken sevinci de boşa gitmiş oldu. Kapanış seremonisine Tom Cruise’un deux ex machine olarak, Yunan tragedyalarından botoksları ve scientology tarikatına intisabı yüzünden kovulmuş bir tanrı gibi inmesi her şeyin üzerine tüy dikti. Belli ki, LosAngeles 2028 olimpiyatları da, Londra (2012) olimpiyatlarının, Kraliçe’nin teşrifi ve 007 James Bond’a verdiği tensip sayesinde başlaması gibi kurguyla gerçeğin iç içe geçtiği, bir parodi olacak. 

Hülasa, sonundan bakarsak, Tom Cruise, Amerikan devriminden Fransız Devrimine yadigar kalmış olan frig şapkasının yerine, olimpiyat bayrağını aldı, motoruna atladı ve Holywood’un iki o harfinin üzerine gizli bir operasyonla 3 o harfi daha ekleyerek, Los Angeles olimpiyatlarının, Disneyland’a benzer bir şey olacağını müjdelemiş oldu.

Hülasa, Adorno’nun ruhu şad’olsun.

NOTLAR: 

(1) Ayrıntılı okuma için bakınız, Edebiyat ve Erotizm, Derleyen Lyn Hunt

(2) Ayrıntılı okuma için bakınız, The Forbidden Best-Sellers of Pre-Revolutionary France, Robert Darnton

Tüm yazılarını göster