Aslında uzunca bir süredir ama özellikle 15 Temmuz’dan bu yana Türkiye toplumu köleleştiriliyor ve koloni hukukuna maruz bırakılıyor. Yurt dışına gitme çabasını, kölenin daha ‘insani’ koşullarda çalışma çabasına drapetomania’ya benzetebiliriz. Özel olarak kadınlara, hayvanlara, LGBTİQ’lara, gayri-müslimlere, hayvanlara ama genel olarak zayıflara yönelmiş şiddet-cinnet halini ise amok koşusu olarak görebiliriz.
Olimpiyatlar 11 Ağustos Pazar günü sona erdi.
12 Ağustos 2024 tarihinde, Eskişehir’de Arda K. İsimli bir genç, nazi kıyafetleri, ku klux klan armaları ve üzerinde “humanity is overrate” (insanlık abartılıyor) yazan bir tişört giymiş vaziyette, bir camiye saldırdı ve cami şadırvanı civarındaki 5 ihtiyarı (birisi ölümcül olmak üzere) bıçakladı. Bu iki olay arasında doğrudan değil, ama kollektif bilinç dışından beslenen bir bağlantı olmalı, ezik bir oğlan çocuğu, ezik bir ülkenin kaderini (ve elbette kendi kaderini de) değiştirmek üzere, eline savaş baltalarını alıp, onlara gerçek şampiyonun, gerçek patronun, gerçek kahramanın kim olduğunu göstermek istedi ve amok koşusu yaptı.
Amok koşusu genelde Malay halklarının yaşadığı yerler, Çin, Güneydoğu Asya’da görülen bir vaka. Türkiye’de ne kültürel ne de (diğer Batı ülkelerinde olduğu gibi) psikolojik bir vaka olarak görülmüyor(du), daha ziyade, siyasilerin ve ekonomistlerin siyaset ve piyasadaki ölümcül parendeleri anlatmak için kullandığı bir terim. Örneğin, Nazi Almanya’sında 1933’ten sonra başlayan 12 yıllık süreç kimilerine göre Amok koşusu olarak değerlendirilir, benzer bir şekilde Tayfun Atay(1) AKP iktidarının HDP’li belediyelere kayyum atamasını da AKP’nin Amok koşusunun başlangıcı olarak tarihlemişti.
Bununla birlikte, herhalde Türkiye tarihinde ilk defa en azından basına yansıdığı biçimiyle, 4 Aralık 2019’da Ordu’da Güzel Sanatlar Üniversitesi öğrencisi (balerin) Ceren Özdemir’i öldüren, cezaevi firarisi Özgür Arduç’a “Amok Sendromu”(2) tanısı konulmuştu.
Stefan Zweig, aynı ismi taşıyan kitabında amok koşusunu şöyle tarif ediyor:
"...ben doğuda iken birkaç vaka incelemiştim. Başkaları söz konusu olduğunda insan çok mantıklı ve tarafsız olabiliyor ama bunun korkunç kaynağının sırrını ortaya çıkaramadım. Belki iklimle bir alakası olabilir. Sinir sistemine bir fırtına gibi baskı uygulayan ve sonunda onu patlatan boğucu, sıkıntı verici hava! Yani işte böyle işliyor bu; sıradan, iyi huylu bir malezyalı oturup içkisini içiyor ve silik, ilgisiz, ruhsuz biçimde duruyor. Tıpkı benim odamda oturduğum gibi. Sonra aniden ayağa fırlıyor. Alıyor eline hançerini, sokağa doğru koşmaya başlıyor. Dümdüz ilerliyor yolundan hiç sapmadan. Gittiği belirli bir hedef yok. Önüne ne çıkarsa ona saplıyor, bir insan ya da bir hayvan olsa fark etmez ve bu ölüm saçan delilik onu daha da çıldırtıyor. Koşarken ağzı köpürüyor, manyak gibi oluyor ve durmadan koşuyor, koşuyor ve koşuyor. Sağa bakmıyor, sola bakmıyor, acı acı haykırarak koşmaya devam ediyor. Kanlı hançeri elinden bırakmıyor ve korkunç ilerleyişine devam ediyor. Köylerde yaşayan insanlar, bir amok koşucusunu hiçbir gücün durduramayacağını söylerler. Bu yüzden onun geldiğini gördüklerinde "amok amok" diye bağırırlar ve herkes oradan kaçar. Lakin o hiçbir şey duymadan, görmeden koşar. Önüne çıkan her şeyi devirir. Sonunda ya onu kuduz bir köpekmiş gibi vurup öldürürler ya da kendisi ağzından köpükler saçarak yere yığılır."
Zweig bir gözlem olarak aktardığı ve bir novellasına konu ettiği amok koşusunun nedenini “sinir sistemine bir fırtına gibi baskı uygulayan ve sonunda onu patlatan boğucu, sıkıntı verici hava” olarak belirliyor, yani Zweig’a göre mesele aslında iklim kaynaklı bir humma. Benzer bir şekilde, 19. Yüzyıl köleciliği de kölelerin, plantasyonlardan kitlesel bir şekilde firar etmelerini açıklamak için “Drapetomania”(3) isimli bir hastalık uydurmuşlardı. Bu hastalığı tanılayan Cartwright’a göre, firarların sebebi yalnızca siyahların karaciğerlerinde bulunan bir enzimdi.
Aslında, hem drapetomania hem de amok koşusu, koloniciliğin hüküm sürdüğü memleketlerde, kolonize edilmiş, hiçleştirilmiş köleleştirilmişlerin, koloni sisteminden dışarıya çıkmak için geliştirdiği iki pratik, birincisi kaçış, ikincisi ise cinnet. Koloniciliğe karşı geliştirilen bu iki tutumu yalnızca (elbette vakalar münferiden incelendiğinde bunların da etkisi görülecektir ama asıl motivasyon bu değil) genetik, biyolojik, psikolojik ya da coğrafik-iklimsel nedenlerle açıklamak mümkün değil.
Ne var ki, bir toplumu sarsan, toplumda infial yaratan eylemleri, sosyo-kültürel-iktisadi-siyasi ilişkilerin dışında, tıbbi-genetik- psikolojik etiyoloji etrafında hikaye etmek oldukça yaygın bir siyasi tutum. Mesela Türkiye’de işkenceci polis şeflerinin Demans’a girmesi, cunta şeflerinin Alzheimer olması, ya da gene devlet için kullanışlı aparatların, mafyaların, çetelerin, torbacıların, silah ruhsatına, pasaporta, otomobil ehliyetine sahipken cezai ehliyete sahip olmamaları oldukça yaygın bir vaka. Ama toplumun kahhar ekseriyetini ilgilendiren, ve tek tek kişilere ve onların genetik, psikolojik durumlarına fatura edilemeyecek büyük meselelerde ise canavarlaştırma tertibatı devreye giriyor bu anlamda şimdiye kadar iki canavarımız vardı; trafik canavarı ve enflasyon canavarı. Arda K. vakası ile oyun canavarı da diğer canavarların yanına doğru, Kalesi’nin ejderhası gibi süzülerek alçalmaya başladı.
Başka türlü söylersek, Arda K’nın amok koşusu, sosyal medya, dijital platformlar ve sanal oyunlara fatura edilerek, konunun asıl müsebbibi olan sosyo-kültürel-siyasi özneler ve etkenler perdeleniyor ve muhayyel oyun canavarı, ‘kuşa bak kuşa’ numarasıyla icat ediliyor.
Bu icat sürecinde birkaç temel söylem var: birincisi Arda K. “Arda K. Bilgisayar oyunlarından etkilendi”(4) (Mesela Güneş gazetesi, olayı “Bilgisayar oyunları can aldı”(5) başlığıyla gördü, Hürriyet ise “Bilgisayar oyunu oynar gibi sokakta dehşet saçtı: 5 yaralı”(6) başlığıyla gördü) ikincisi, Arda K “Saldırıda kullandığı ekipmanları online sitelerden yurt dışından getirtti” üçüncüsü de “Sosyal medya forumlarında tanıştığı ecnebiler çocuğun aklını çeldi”(7) (Hatta, Arda K. Norveç’te toplu katilam yapan Anders Behring Breivik’in kod ismi olan Fjotolf Hansen isimli birisiyle Stream isimli oyun kanalından saldırıyı birlikte planladığını anlatıyor).
“Eskişehir saldırganı Arda K’nın kaskının sırrı ne? Dikkat çeken Nazi ve 2. Dünya Savaşı detayı” başlıklı haberle bu üç meseleyi kesişimsel hale getiren Sabah gazetesi, dahili bedbahtların, harici mihrakların elinde nasıl oyun(cak) haline gelmiş olduğunu, olayı hem mekânsal (Avrupa ve onun dijital dünyası) hem de zamansal (2. Dünya Savaşı) olarak Türkiye’nin dışına çıkartarak canavarın üfürüğüne çamaşır seriyor.
Peki neymiş detay?
"1.5 KİLO AĞIRLIĞINDA… 2 BİN 314 TL! Herkes, 18 yaşındaki saldırganın kıyafetleri nereden bulduğunu merak etmeye başladı. Yürütülen soruşturmada, çok çarpıcı detaylara ulaşıldı. Öyle ki saldırganın olayda kullandığı kaskı yurt dışından sipariş ettiği ortaya çıktı. Yaklaşık 1 buçuk kilo ağırlığındaki yüksek mukavemetli 2. Dünya Savaşı Alman M35 çelik taktik savaş kaskını 18 Temmuz'da internetten 2 bin 314 TL'ye sipariş eden şüpheli, ithalat vergisi ve kargonun ne zaman kendisine ulaşacağıyla ilgili 30 Temmuz'da bir forum sitesinde başlık açtı."(8)
Peki neden şimdi dijital oyunlar, bilgisayar oyunları canavarlaştırılıyor. Öncelikle, yakın dönemde Insta ile birlikte roblox da yasaklandı ve dijital oyun dünyasının ve genel olarak sosyal medyanın canavarlaştırılmasından, şimdilik anlamını çok anlayamadığımız bir şekilde siyasi iktidarın bir muradı var belli ki. İkincisi bu saldırı bir camide, orada gölgelemek, namaz kılmak ya da abdest almak üzere bulunan cemaate karşı gerçekleştirildi, ama saldırıyı yapan Eskişehirli bir neo-nazi ve arkasında bıraktığı hatıralara ve sosyal medya hesaplarına bakarsak, düşünceleri Ümit Özdağ, Süleyman Soylu ve Adolf Hitler’in yazılarının kanzi ahmaklığına mahsus bir eklektizmi niteliğinde. Goebbels’in ve Hitler’in Ari olmayanları gördüğü gibi, insanların büyük bir kısmını “ezilmesi gereken böcekler” olarak görüyor, Yahudilerden, gazetecilerden, LGBTİQ’lardan, komünistlerden, Kürtlerden nefret ediyor, hatta Eskişehir’de TKP’yi basıp katliam yapma fantezisi kuruyor.
Bunları herhalde, AKP medyasına ve trollerine eşlik eden ‘muhalif’ medyanın iddia ettiği gibi “call of duty” (görev çağrısı) oyunundan öğrenmiş olamaz. Ama Türkiye Cumhuriyeti yakın zamanında giderek yoğunlaşmış bir şekilde “göreve çağrı” “durumdan vazife çıkarma” ülkesi. Mesela Tayyip Erdoğan, Gezi’den sonra, esnafları göreve çağırmıştı. Öncesinde, Ergenekoncular, vatansever Türk gençlerini göreve çağırmışlardı, şimdi de mafyalar, cihatçı çeteler, ülkücü çeteler, gençleri göreve çağırıyor.
Hrant Dink, Deniz Poyraz, Yakılarak öldürülen translar, Yakılarak öldürülen göçmenler, Rutinleşmiş kadın cinayetleri, Doktorlara ve sağlık çalışanlarına saldırmanın dayanılmaz hafifliği, İşkence edilmiş hayvanlar…
Tüm bu canlar, herhalde “Call of Duty” gibi oyunlardan değil, birilerinin birilerini sürekli olarak göreve çağırmasının sonucunda hayatlarını kaybettiler, öldürüldüler, işkence gördüler.
Aslında uzunca bir süredir ama özellikle 15 Temmuz’dan bu yana Türkiye toplumu köleleştiriliyor ve koloni hukukuna maruz bırakılıyor. Yurt dışına gitme çabasını, kölenin daha ‘insani’ koşullarda çalışma çabasına drapetomania’ya benzetebiliriz. Özel olarak kadınlara, hayvanlara, LGBTİQ’lara, gayri-müslimlere, hayvanlara ama genel olarak zayıflara yönelmiş şiddet-cinnet halini ise amok koşusu olarak görebiliriz. Ki Arda K’nın, günlüğünde yazdığı şu satırlar herhalde, içinde bulunduğumuz amok koşusunun en iyi özeti:
"Şu anda bir fabrikada stajyerim, az bir maaş veriyorlar. Tabii geleceğim için bu para bir hiç. Bu arada her gün fabrikada alay konusu oluyorum, her gün zihinsel olarak daha da kötüleşiyorum. Bir daire kiralamak veya benzeri bir şey için bir yerde çalışmam gerektiğini biliyorum ama dediğim gibi zihinsel olarak çok zayıfım ve içinde yaşadığımız bu mevcut sistemden nefret ettiğim için kendimi kafamdan vurmayı tercih ederim. Eskiden bir terapiste gitmiştim ama yaptığı tek şey aptalca tavsiyeler vermekti. Belki de sorunlarımı yanlış anlattım, bilmiyorum. Bir şans daha vereceğim. Ama ailem beni yalnız bırakmıyor ve kendi kararlarımı almama izin veriyor, pes edip evet diyene kadar her şeyi bana dayatıyorlar."(9)