Ölü bir iç deniz nereye gömülür?

Marmara Denizi’nin cesedini kim kaldıracak ya da nereye gömecek? Yok gömmeyip yakacaksak, külünü hangi tepeden, hangi kutsal suyun üstüne savurmamız uygun görülecek? Taziyesi için nereye gidilecek?

Öykü Tekten poetrydeal@gmail.com

Akdeniz’in dingin ve diri sularına bakan bir balkonda, kimilerine göre durup dururken, kimilerine göre çoktan ölmüş bir iç denizi hem hatırlamaya hem yazmaya çalışmanın pek mümkün olmayacağını anlayıp bugün apar topar şehre döndüm. İçimde sözcükleri henüz tam oluşmamış tedirgin bir duygu ve günlerdir aklımda aklım gibi duran bir sözcükle: “Solastalgia.”

Bize nefes olan, can veren her şeyi yok etme hızımız kesintisiz artarken bu hızın dönüştürdüğü hallerimizi ve asıl önemlisi hislerimizi anlatacak sözcükler korkunç bir yavaşlıkla ve zar zor giriyor müşterek sözlüklere. Şairlerin geçim derdi olmasa durum biraz daha parlak olabilirdi belki. Neyse ki aylık maaşları gününde yatan ve sözcükleri, dünya hallerini kendine dert edinen birileri hâlâ var.

Solastalgia sözcüğünü neredeyse yirmi yıl önce Avustralyalı çevre bilimci ve felsefeci Glenn Albrecht, Yeni Güney Galler eyaletindeki Upper Hunter bölgesinin endüstriyel kömür madenleri tarafından delik deşik edilmesini ve bu çevre faciasının geniş çaplı etkilerini araştırırken türetmiş. Nostalji sözcüğüne yaslanarak. Nostaljinin Antik Yunanca'daki kökü “nostos” yani “yuvaya dönüş”, “algia” ise “acı” anlamına gelen bir son ek. Şimdilerde nostalji sözcüğünü daha çok geçmişe duyulan özlem olarak kullanıyoruz ama özgün anlamı zamansal değil mekânsal bir yitime denk düşüyor, yani yuvalandığımız bir yerin yok oluşuna ve bundan ötürü duyduğumuz katmerli bir acıyla karışık özlem duygusuna.

Solastalgianın Latince kökü olan “solace”, “teselli” anlamına geliyor. Bu sözcük acı ekiyle birleştiğinde türeyen anlamı ise hâlâ yuva bellediğimiz bir mekândayken, yani o yuvadan gönüllü ya da gönülsüz henüz çıkmamışken çektiğimiz yuva özlemi ve bunun getirdiği tesellisi pek mümkün görünmeyen yoğun bir keder. Albrecht’e göre, çoğumuzun uzun zamandır hissettiği ama adını bir türlü koyamadığı bu duygunun en temel sebebi iklim değişikliği, doğal felaketler, geç kapitalist denen ama bir türlü geçmek bilmeyen sistemin hunharca ve hızla tahrip ettiği yaşam alanlarımızı artık tanıyamayacak hale gelmiş olmamız. Başka bir deyişle, uzun süredir yaşadığımız evin sahibi de misafiri de olamayacak kadar buraya yabancılaşıp aidiyet duygumuzu yitirmeye başlamamız. Uzağı, göç yolu ya da dönecek yeri olmayan bu yersiz yurtsuzluk, sürgünlük durumuna terfi ederek bizden önceki çağın sürgünlerine açık ara bir fark attığımızı düşünüyorum. En azından onların son çare olarak gördüğü yerler bile dünya üzerindeydi, bizse uzay boşluğuna ne zaman düşeceğimizin hesaplarını yapıyoruz.

“Kış Ruhu: Sürgün Üzerine Düşünceler” makalesinin girişinde Edward Said şöyle diyor: “Sürgün hakkında düşünmek tuhaf bir biçimde davetkâr hatta kışkırtıcı bir şeydir de, sürgünü yaşamak korkunçtur. Sürgün, bir insan ile doğup büyüdüğü yer arasında, benlik ile benliğin gerçek yuvası arasında zorla açılmış olan onulmaz gediktir: Özündeki kederin üstesinden gelmek mümkün değildir.” Said, 20. yüzyıl sürgünlerinin dönemin modern kültür yapısına uyan, hatta o yapıyı destekleyen figürler olarak sunulduğunu, buna gerekçe olarak da şunu söylüyor: “Modern dönemin kendisini, manevi anlamda öksüz ve yabancılaşmış bir dönem olarak, endişe ve yalnız kalabalıklar çağı olarak düşünmeye alışmış olmamızdır”. Yaşadığımız yüzyılda ise sürgün —mültecileri, göçmenleri, kendi topraklarında sürekli olarak iç göçe zorlanan halkları, mevsimlik işçileri, kendi evinde kendini sürgünde hissedenleri de içeriyor bu— epey gözden düşmüş gibi görünüyor. Sömürge imparatorluklarından demokratik diktatörlük rejimlerine geçişi henüz tam olarak gerçekleştirememiş “medenilere” göre, sürgün kişi, topraksız ve tanrısız bir ucubedir.

İnsan sıfatı elinden alınan sürgünler, özellikle mülteciler, medenilerin temel geçim kaynağını oluşturan supra-modern savaşlar sırasında ya da yerel işkence odalarında veyahut açlıktan yok olup gitmemişse, açık denizlerin “doğal arıtım tesislerinde”, bindikleri lastik botlar ve tarihin kendi elleriyle yoğurduğu hamurlarıyla birlikte tamamen öğütülmesi gereken zararlı birer “atık ya da artık madde” olarak tanımlanıyor artık —Batı dillerinin modern sözcük dağarcığına yakın zamandan bir örnek sunmak adına, Amerika’nın ilk kadın, dahası ilk siyah ve üstüne üstlük ilk Asya kökenli başkan yardımcısı Kamala Harris’in gerçekleştirdiği ilk dış gezi sırasında Guatemala halkına ne dediğini hatırlayalım: “Gelmeyin! Gelmeyin! Birleşik Devletler olarak kanunlarımızı yürürlükte tutmayı ve sınır güvenliğimizi korumayı sürdüreceğiz. Kapımıza dayandığınız an geri çevrilecekseniz.” Bu “diplomatik” tehdit, Harris’in daha da renklenerek çoğalacağına inandığım ilkler listesine eklenmiş oldu.

Müşterek hayatın her türlü olmaklığı içine alan çeşitliliği ve genişliğinden “tek ve hür” bir bireye indirgenen insanın nasıl olduysa aşırı nüfus patlamasıyla eriştiği modernlik, hepimize toplu bir kıyım ve yıkımın enkazı önünde tek bacak üstünde, tek sıra halinde ve çıt çıkarmadan durmamızı öğütlüyor. Eskiden safları sık tutun diye başımızın etini yiyen toplumcu-ulusalcı-hümanist-faşist-evrenselci-milliyetçi sofular, şimdilerde hayatlarımızı kanun hükmüyle belirledikleri sosyal mesafelerle garanti altına almaya çalışıyor. Görece yeni diyebileceğimiz “yeşil” sermayenin patronlarına göre ise bu düzenin muntazam bir şekilde işlememesinin tek sorumlusu var, o da çöpünü geri dönüştürmeyen, yürümek ya da bisiklete binmek yerine araba kullanan, gemi yerine uçakla uzun seyahatlere çıkan, etoburluktan etyemez hale bir türlü geçemeyen bireyin ta kendisi. Oysa geri dönüşüm kutuları, kese kâğıtları, ekolojik tarımla üretilmiş kahveleriyle etik varlıkları onaylanmış iyi niyetli tuzu kuruların çöpleriyle, fakirliğin kendiliğinden dönüşümlü çöp bidonlarının muhtevası ve ayrıca savaş, kıtlık, baskı ve zulümden kaçanların cesetleri her gün aynı denizlere dökülüyor. Biz de bu çöp ve cesetleri besin, su, hava, toprak vb. olarak bize geri kazandıran “doğal” bir döngünün içinde yaşayıp gidiyoruz işte.

İçimizden biri doğal yollarla göçüp gittiğinde ne yapmamız gerektiğini bize, kayıplarımızın toplamından arta kalan tarihsel bilgi ve tecrübe, yani gelenek sunuyor. Pandemi yüzünden yas pratiklerimiz hayli değişip dönüşmüş olsa da mezarlıklar ve ölü yakma fırınları hâlâ işler durumda ya da vefat ilanları, dualar, akide şekerleri, taziyeler henüz yürürlükten kalkmadı. Fakat ölüm haberi yakın zamanda gazete manşetlerine taşınan Marmara Denizi’nin cesedini kim kaldıracak ya da nereye gömecek meselesine geleneksel mi modern mi bir çözüm bulunacak, çok merak ediyorum doğrusu. Yok gömmeyip yakacaksak, külünü hangi tepeden, hangi kutsal suyun üstüne savurmamız uygun görülecek? Taziyesi için nereye gidilecek, kimlerin elleri sıkılacak? Yası kaç gün tutulacak, mevlidi ne zaman okutulacak? Peki ya ölüsü yerde kalırsa ne olacak?

Kendi yatağında, suyunda boğarak öldürdüğümüz bir iç deniz ve bunun zamanla daha da ağırlaşacağını düşündüğüm hafızasıyla yaşayacak olmak, suyun tarihine bir de böyle eklenmek bana şimdiden ağır geliyor. İçine girdiğimiz, kenarına oturduğumuz, balkonlardan seyrettiğimiz, yıkandığımız, içtiğimiz yani henüz boğamadığımız her suya bunun hesabını nasıl vereceğiz, emin değilim. Bu yüzleşme, dert ve keder elbette vicdanı olanların kalbini, aklını zorlayacak daha çok ama İstanbul’da kaç milyon insan varsa hepsine er geç musallat olacak ortak bir duygu ve neyse ki bunun sözlüklere geçmiş bir adı var artık!

Tüm yazılarını göster