Ölüler ülkesi yazıları: Atalarımız değil analarımız!
Kadın, beslenmedeki büyük rolü yetmezmiş gibi, bir de bedeninden çocuk çıkarıyor. Erkek, bu işteki payını bilmediği için hepten şaşmış durumda. Genlerine kodlanmış bir kere “boy boylama soy soylama”. İşte kadın da sanki bunu görev edinmiş gibi durmadan “soy soyluyor.” Doğurganlık, ölümün karşısında durabilen tek güçtür. Bu yüzden kadın bedenine karşı duyulan itibarı tartışmaya hacet yok.
Kadınların, cinsiyetler arasındaki üstünlüğü yavaş yavaş ele geçirdiği yazı dizimizde, önceki haftalarda, Eski Taş Çağı boyunca, erkeklerin avcılık sayesinde toplam besinin yüzde 20’sini elde ettiğini; geri kalan yüzde 80’in ise toplayıcılık ile kadınların hanesine yazılan bir başarı olduğunu konuşmuştuk. Bunlarla beraber, toplayıcılık faaliyeti, dil oluşumunda “sözcük dağarcığını” yani kelime haznesini geliştirirken; bir dili yaratan asıl unsurun, yani sözdizimi ve cümle kuruluşunun, erkeklerin avcılık faaliyeti sayesinde geliştiğinden bahsetmiştik. Üstüne de dil eşittir kültür olduğu için kültürün yaratıcısının da erkekler olduğunun altını çizmiştik. Durum, baş başa gidiyor sanki değil mi?
Öyleyse, diğer olan biten şeylere bir göz atmak için – istemesek de – kadınların arayı hızlıca açtığı Eski Taş Çağı’na geri dönelim.
İnsan türü, diğer tüm canlılar gibi üç temel dertle baş etmek zorundadır. Bunlardan ilki, kolayca tahmin edebileceğiniz gibi “beslenmedir”. Bugün dahi “boğaz derdi” başımızın belası olmaya devam ediyor değil mi? Eh önceki yazılarda, mağara insanlarının bu derdi nasıl çözdüğünden bahsettik zaten, o yüzden hızla devam edelim.
İkinci derdimiz “barınmadır”. İlkel atalarımız, bu sorunu birkaç farklı yöntemle aşar. Hepinizin bildiği üzere mağaralar, doğal birer barınak olarak hem insanlara hem de başta ayı olmak üzere bir çok yırtıcıya ev sahipliği yapar. Yine, kaya sığınakları da aynı mağaralar gibi bir çok canlının doğal evidir. Bunlarla birlikte, insanlar, gelişen zekaları ve becerileri sayesinde, besin ve hammadde kaynaklarına yakın yerlerde, bugün “açık hava yerleşimi” olarak adlandırdığımız geçici barınaklar kurmuşlardır. Eh, bu dert de çözülmüş gitmiş madem biz yolumuza devam edelim.
Üçüncüsü ise dertlerin en beteri. Bildiniz, üreme. Şu koca dünya, tüm canlı aleminin devamlı ve başarılı şekilde üremesi üzerine şekilleniyor. Bizim garip insan da bu düzenden nasibini almış elbette. Üremesi lazım, lazım da, başlarda bu işin içindeki gizemden bir haber.
İşte böylesi kaotik bir ortamda bakın neler oluyor!
Kadın, beslenmedeki büyük rolü yetmezmiş gibi, bir de bedeninden çocuk çıkarıyor. Erkek, bu işteki payını bilmediği için hepten şaşmış durumda. Genlerine kodlanmış bir kere “boy boylama soy soylama”. İşte kadın da sanki bunu görev edinmiş gibi durmadan “soy soyluyor”. Doğurganlık, ölümün karşısında durabilen tek güçtür. Bu yüzden kadın bedenine karşı duyulan itibarı tartışmaya hacet yok. Bizim oğlan hayran hayran bakmasın da ne yapsın? Üstüne üstlük, ekmeğin gerçekten de aslanın (o çağa göre mızrak dişli kaplan desek de olur) ağzında olduğu bir yerde, bedeninden süt üreterek çocukları besliyor. Erkek, ne kadar zorlasa da nafile, ondaki uçlardan süt gelmiyor. Hayranlığı birkaç kat artacak tabii ki.
Durun durun daha bitmedi. Bir av yüzünden veya başka nedenlerle vücudunuzun herhangi bir yeri kanarsa (yara bandı, tentürdiyot, antibiyotik falan henüz tınne tabii), önce canınız yanar, sonra ağrılarınız çoğalır, vücudunuz gittikçe bitkin düşer, en iyi ihtimalle bir uzvunuzu veya bir organınızı kaybedersiniz. Çoğunlukla da ölürsünüz. Ama şu kadınlar bir acayip. Her ay vücutları kanıyor; bu süreçte ağrıları da oluyor. Ancak ölmedikleri gibi her seferinde daha canlı, daha çekici, daha güçlü olarak ayağa dikiliyorlar. Henüz kadınlara atfedilen cadılık, büyücülük icat edilmemiş tabii. Erkek, bu kanayan ama ölmeyen kadına tabi olmasın da ne yapsın?
Aynı zamanda kadın, çocuklarla erkeklerden daha fazla vakit geçiriyor ya, haliyle yetişen yeni nesil üzerinde kadınların daha çok söz sahibi olabileceğini düşünmek gerekir. Her yeni nesilde de bu durum gittikçe daha da belirginleşecektir. Anlayacağınız kadınlar, daha üstün olduklarını, bir de nesilden nesile öğretip duruyor. Vay bizim halimize.
Hayatta kalmak için sürekli doğa olaylarını takip eden, hayatın döngüsüne ayak uydurup yaşamını şekillendiren, doğum ile ölüm arasındaki farkı görebilen erkeklerin; kadının bu üstün özelliklerini düşünerek, başlangıçta kendi neslini yaratan olarak, en yakınındaki kadını kutsaması oldukça doğaldır herhalde değil mi?
Şimdi hesap makinesini elimize alıp, yukarıdakilerin hepsini alt alta toplasak, puan durumunu hesaplasak nafile. Sonuç bariz. Adını açıkça koyalım. Merhaba, Anaerkil Toplum Yapısı.
Aman, erkeğin gücü kuvveti, savaş falan deyip inanmazlık etmeyin. Yoksa, birbiri ile iletişim kurması mümkün olmayan Afrika’da, Asya’da ve Avrupa’da, kadının simgelenmesindeki ortaklıktan bahseder, sözü ağzınıza tıkmak zorunda kalırım. Sanatta zirve yapmış, mağara duvarına yaptığı resimde bir hayvanın burun kıllarına kadar detay verebilen, kemik üzerine yaptığı kabartmada bir ceylanın dönüp kuyruğundaki kelebeğe baktığını bile gösterebilen atalarımızın, insanı bir yere çizemiyor, kazıyamıyor olması mümkün mü? Koskoca Eski Taş Çağı’nda, kaslı erkeklerin avda koşturduğunu, yine güçlü ve yetenekli erkeklerin alet yaptığını anlatan tek bir sahne yoktur. Ama aynı zaman diliminde, çoğunluğunu şişman / doğum yapmış kadınların oluşturduğu hemen her yaştan kadının temsil edildiği heykeller yapılmaktadır. Bu da mı gol değil?
Neyse efendim, sağdan soldan atak yaparak gelen kadınlara çok puan kaptırdığımız yazımıza şimdilik ara verelim. Yoksa bir daha kendimize gelemeyeceğiz. Çağlar değişirken, kadınlar bu üstünlüklerini yeni hayata taşıyabilecekler mi bakalım sorusuna önümüzdeki yazılarda cevap verelim.