Ne dedik önceki yazıda ?
“Başlarım Ortadoğu’ya da, bu terimi uyduranlara da. Ortadoğu da neymiş?”
Bölgenin antik geçmişi, doğal ve yer altı kaynaklarının değeri, jeopolitik önemi, burasının aynı zamanda tek tanrılı dinlerin doğduğu yer olması, bölgenin demografik yapısındaki çeşitlilik gibi nedenler, ahlaksız Batı’nın ağzının suyunu akıtınca, 1600’lerden itibaren bir düzen tutturdular; kandırdılar, yağmaladılar, böldüler, parçaladılar, yaktılar, yıktılar. Sadece Batı’yı beslemeye devam edecek kadar sağlam kalmasına dikkat ettiler o kadar. Hatta, olur da bir gün eski güzel günlerine dönmesin diye, adını bile değiştirip, kendi geçmişi ile bağını kopardılar.
İşin aslını bir kere daha söyleyeyim sevgili okur: Burasının adı Yakındoğu’dur ve Yakındoğu, Paleolitik Çağ’dan neredeyse Avrupa Rönesans’ına kadar, dünya üzerinde bildiğiniz her türlü gelişmenin, her türlü yeniliğin, yani insana dair en önemli anların ana vatanıdır.
Buyurun delilleri ile ispatlayalım. Çağ çağ ilerleyerek gidelim ki herkes görsün, duysun.
Önce en eskisi…
Afrika’da başlayan insan evrimi dünyaya nasıl yayıldı? Homo Erektus’un (nam-ı diğer Dik İnsan), diğer tüm türlere nazaran, beyni vücuduna göre daha küçük olduğu için (aman yanlış anlaşılma olmasın, oldukça zeki bir tür, sadece vücut/beyin oranı farklı) enerjisinin çoğunu vücudu tüketir. Bu da ona, tüm türler arasında “en rahat yürüyen insan” olma imkanı tanır. Türkçesi ile söylemek gerekirse, bu türe Allah, “yürü ya kulum” demiş. Bu da durur mu, yürümüş, çıkmış Afrika’dan. Peki nereye gidecek? Tabii ki Rift vadisi üzerinden Yakındoğu’ya.
Bugünkü karşılıklarıyla söylemek gerekirse, önce İsrail, Ürdün, Filistin, Lübnan, Suriye; oradan Mezopotamya, sonra Zagros-Toros geçidini aşıp ver elini Anadolu demişler. Bir kısmı buradan kuzeye devam edip Gürcistan Dmanisi üzerinden, diğerleri ise batıya yönelip Ege üzerinden Avrupa’ya yayılacaklar. Tabii bu arkadaşların amaçları bir yere varmak değil, hayatta kalmak olduğu için bu topraklar onlara uzun yıllar vatan olmuş, burada güçlenip, gelişip, çoğalıp, belki de 1 milyon yıldan fazla süre içerisinde ancak diğer bölgelere yayılmışlardır. Burada alet teknolojilerini ve avlanma becerilerini geliştirdiler. Etrafta kendiliğinden yetişen yüzlerce çeşit bitkiyi toplamayı, onları birbirinden ayırt etmeyi, hepsinin yetişme zamanından tutun da hangi hayvanları kendisine çektiğine kadar, çeşitli hayati bilgileri burada öğrendiler. Ateşi yönetmeyi burada öğrendiler arkadaşım daha ne olsun? Yani orta öğretim tarih kitaplarında geçtiği gibi söylemek gerekirse ateşi burada icat ettiler. Meraklısına detay vereyim: şimdiki bilgilerimize göre, ilk “kontrollü ateş”, günümüzden yaklaşık 790.000 (yedi yüz doksan bin) yıl önce bu topraklarda görülür.
Erektus görevini yapıp yerini yeni gelenlere bıraksın. Sıradaki arkadaşımız Homo Neanderthalensis, yani kuzenlerimiz Neandertaller.
Soğuk havada (buzul dönemi) hayatta kalacak şekilde evrimleşen bu abiler-ablalar; soyut düşünmeyi, bileşik alet üretmeyi, toplu şekilde (öyle bizler gibi uzaktan veya hileyle değil, hayvanın yanına kadar sokulup mızrağı karnına saplayarak) avcılığı, mutlak iletişimi, hatta etraftaki diğer gruplarla ortak yemek etkinlikleri düzenleyerek sosyalleşmeyi burada başarıp geliştirdiler. Bakın size arkeolojik bir detay vereyim. Aslan sürüsü bile, başka yırtıcı gruplar gelip kapmasın diye avını hemen yiyip tüketmeye bakar. Koskoca ormanlar kralı, besin zincirinin tepesindeki yırtıcı bile böyle yaparken, bizim kuzen, avladığı hayvanı aynı yerde rahat rahat oturup bir güzel temizleyip, sadece yenecek yerleri mağarasına taşırdı. Çünkü sosyalleşmeyi başarması sayesinde, tüm hayvanların arasında en kalabalık ve en tehlikeli grubu oluşturabilmiş, diğer yırtıcıların bırakın gelip elindekini kapmaya çalışmasını, yaklaşmayı bile düşünmesine imkan tanımamıştı. İnsanın doğaya hakimiyeti için ne büyük adım!
Ya Homo Sapiens, yani bizler geldikten sonra olanlara ne demeli?
Avrupa’da Sapiens grupları, besin paylaşımı nedeniyle kuzenleri Neandertalleri çatır çatır yok ederken, Yakındoğu’da bu iki tür, çoğu yan yana mağaralarda, kimi zaman ise aynı mağaralarda en az 40.000 (kırk bin) yıl birlikte yaşadılar, hatta hibrit çiftleşip, dünyaya sağlıklı yavrular getirmeyi başardılar. Birlikte ürediler yani. Bugün içimizde -az da olsa- Neandertal geni varsa, buradaki bu tercihten kaynaklıdır. Avrupa’da birkaç yüzyılda bir hortlayan Faşist ruhu taze bir şey sanmayın diye en eskisini anlatıyorum. Paleolitik Çağ’da Neandertal, Neolitik Çağ’da göçebe, Tunç Çağı’nda Doğu Akdenizli, Klasik Çağlarda Afrikalı, Roma’da Germen-Anglo-Sakson-İskandinav, Hıristiyanlığın baskın dünyasında farklı mezheplere inananlar, Orta Çağ’da Yahudi veya Müslüman, Yakın Çağ’da yine Afrikalı, Uzakdoğulu ve elbette Yakındoğulu, Yeni Çağ’da yine Müslüman… Bu arkadaşlar her çağda kendilerine yeni bir engizisyon kuruyor ve her çağda yeni bir düşman seçip öldürüyorlar. Tabii yine sık sık içerde bölünüp birbirlerini de öldürmeyi başardıklarını unutmayalım. Bırakın savaşan insanları, adamların son dünya savaşında milyonlarca at öldü at. Ama tüü-kaka-pis olan yer Ortadoğu değil mi?
Sevgili okur, Yakındoğu’nun güzelliği ile burada yaşayanların başardıklarını ve bir de Batı dünyasının iki yüzlülüğünü anlatmaya çalışırken, daha Taş Devri’nden çıkamadan yerimiz bitti. Varın siz düşünün, medeniyet geliştikçe daha neler olacağını. Eh, onları da artık sonraki yazılarımızda konuşuruz. Şu sözü bir kez daha hatırlatarak bu yazıya son verelim.
Hıristiyan keşiş Joannis Cassiani’nin deyimiyle; “Ex Oriente Lux” yani “Işık doğudan yükselir”.
Söylencemiz tüm hızıyla sürecek. VİYA BÖYLE!
NOT: Bu arada, 31 Ekim Perşembe Günü, saat 13:00’da, İzmir Kitap Fuarı’nda “Sakin Kitap” standında olacağım. Uyarınıza gelirse, sohbete beklerim efendim.