Ölüm, geride kalma ve kaybetme: Ölüm Kalım Öyküleri
Ekin Deniz Kuzu'nun öykü kitabı 'Ölüm Kalım Öyküleri', Notos Kitap tarafından yayımlandı. Kuzu kitapta, İlhan Erman adlı karakterin başından geçenleri anlatıyor.
Özcan Yılmaz
İstanbul, önce büyük bir şehir, sonra megakent, metropol ve nihayet devasa bir köye dönüşürken yakın zamana dek hep bir cazibe merkeziydi. Son birkaç yıldır eski cazibesini koruyamayan bir sevgiliye dönüştüğünü kendimce gözlemliyorum. Yaşlandığı ya da yıprandığı için değil, her zaman kadim, bilge bir şehirdi ve ne yaparsak yapalım direnecek gibi görünürdü ancak son zamanlarda yaşama sevincini kaybetmiş gibi davranıyor. Ona yapılanları ve bunun birinci dereceden sorumlularını sanki artık pek umursamıyor. Bir şehir her şeyden önce içinde yaşayanlarla nefes alır ve ümit eder, onlar bunu yitirmişse şehrin elinden ne gelebilir ki? Aynı zamanda yaşama kültürünü ve ahlakını bir şehre sakinleri kazandırır, hiçbir yer varoluşundan dolayı sahip değildir ki bunlara, yıllara yayılan bir birikimin sonucunda oluşur böylesine bir katman. Aşınması ise o kadar uzun sürmeyebilir, tamamen dalgaların şiddetine ve sıklığına bağlıdır bu. Son yıllarda tanık olduğumuz hızlandırılmış çürüme belki de önce İstanbul’dan başladı. Bugün elimizde uzun zaman sonra ilk defa gelinmek istenen değil terk edilmek istenen bir şehir var. Sayıların kanıtlamasına gerek olmadan gözlemlenebiliyordu bu, şehrin duvarlarında, ağaçların gövdelerinde ve kaldırımları, yolları dolduran onca çer çöpte. Bugün imkânı olanın terk ettiği, çaresi olmayanın geldiği bir şehir İstanbul. Gidemeyenlerin de kalmayı mecburen sürdürdüğü.
Notos Kitap’tan yayımlanan 'Ölüm Kalım Öyküleri' adlı öykü derlemesi bana bunları düşündürdü. Ekin Deniz Kuzu tarafından yazılmış bu ilk kitap bir İstanbul kitabı değil. Öykülerde İstanbul ya da büyükşehir ne kadar yer alıyor, üzerinde pek düşünmedim. Ama nedense bana hissettirdikleri bunlar oldu. Belki İstanbul yerine yaşadığımız toprakları koymalıyız, belki hissettiklerim buraya dairdir. Ya da ilk öyküden dolayı olabilir bu hissin nedeni. "Çoğu Zaman Barlarda" adlı bu öyküde Ankara’dan İstanbul’a gelmiş bir adamın geldiği ve geride bıraktığı şehir hakkında barmenle muhabbetini okuyoruz. Bildik bir konu, bildik bir şekilde işlenmesine rağmen kendini okutmayı başarıyor. Adının İlhan olduğunu öğrendiğimiz bu karakter başka öykülerde de karşımıza çıkacak, aynı isimle, farklı geçmiş ve hikâyelerle. Elbette bu karakterler arasında sadece isim benzerliği olabilir ama bana öyle geldi ki ölüm karşısındaki tutumları birbirlerine çok benziyor ve bu da onları epey yakınlaştırıyor.
İlk öyküyü çıkışı hariç çok beğendim. Sık tekrarlanan bir gerçektir; öyküde giriş ve çıkış önemlidir, niçin böyle olduğunu açıklamaya gerek olduğunu düşünmüyorum. Bu öyküde de gayet iyi başlayan ve öyle devam eden öykü, okurla vedalaştığı o son tümcelerde ukala şeyler söylemenin dayanılmaz cazibesine yenik düşüyor. Böyle yaparak karaktere bir özellik daha katıyor aslında, ukalalık. Ancak bunun öyküde hiç yeri yok. Ve bir karakterin yeni bir özelliğini çıkışta öğrenmek öykü için pek iyi bir fikir değil bence. Bu tuzak öyle sinsi ve taraftarı çoktur ki, hele yazı yolculuğunun başlarında düşmemek için epey usta bir cambaz olmak gerek. Elbette ustalık deneyimin sonucu kazanılır ve neyse ki Ekin Deniz Kuzu’nun önünde dilediğince uzun yıllar var.
Yine sevdiğim bir öykü olan "Yaprak Sarmanın Günü"ndeyse olan biten önemli şeyler hikâyenin anlatıldığı zamanın öncesinde gerçekleşiyor. Kurgusu gereği anımsamayı gerektiren asıl hikâyeye geçişi sevdim. Anlatıcı oraya gelirken biraz oyalanıyor, hayata dair büyük laflar etmekten geri alamıyor kendini. Bunlar anlatıcıya bir karakter kazandırıyor ve bütün öyküleri okuduğumuzda hissediyoruz ki bize tüm olanları anlatan da bu karakter; yazar bu karaktere bazen İlhan ismini veriyor, bazen vermiyor ama okur için çok da fark etmiyor bence, hep aynı sesi işittiğimizi gayet iyi anlıyoruz. Bu öyküde bazı sözcük tekrarları ve neredeyse aynı halde karşımıza çıkan tümceler öyküye işlek bir ritim katmış. Öykü başlığını, sonunda karşımıza çıkacağını tahmin etmemize rağmen finalde görmek anlatılmak istenen duyguya iyi oturmuş.
İlhan Erman yaşlı biri değil, kısa sayılabilecek ömründe çok fazla kayıp yaşamış ama. Bazılarına henüz çok küçükken tanık olmuş, bazılarına büyürken, bazılarınınsa acısı hâlâ taze. Her seferinde karşılaştığı şeyle baş etmeye çalışmış, yoluna devam edebildiğini düşündüğü her seferinde yeni birisiyle yüzleşmek zorunda kalmış ve bu onu yaşıtlarından daha erken yaşlarda ölüm üzerinde düşünmeye itmiş. Ölüm, üzerinde kafa patlattıkça derinleşen ve karanlıklaşan bir kavram. Belki başkalarına bu denli ihtiyaç duymamıza yol açan da bu derinlik ve karanlıktır. İlhan’ın da hayatındaki arayışı buradan çok besleniyor, sürekli bir iç sorgulama ve geçmişi kurcalama hali mevcut öykülerde. Bunların yerine daha fazla hikâye okumak isterdim ve bunların yıllar sonraki karşılaşmaların, apansız trafik kazalarının ya da beklenmedik kayıpların ötesinde olmasını. Sevdiğin birini kaybetmenin ağırlığı öykülerde fazlasıyla yer alıyor ancak olması gerektiği kadar içimize bir kütle gibi oturmuyor. Sanırım yazılanların ağırlaşması için onları daha fazla cisimleştirmek, elle tutulur hale getirmek gerek. Tenimize değmeyen şeyin sıcaklığını, keskinliğini, kalıcılığını da algılayamıyoruz.
Öte yandan öykülerin önemli bulduğum bir değeri var ki beni asıl şaşırtan bu oldu. Bunu açıklayabilmem için biraz geriye, doksanlı yıllara gitmem gerek. O yıllardan çok bahsedildi, fazlasını anlatacak sözüm yok ama o yıllardaki kişisel beklentilerimden söz edebilirim. Geçmişle kıyaslandığında doksanlarda daha fazla tüketim ve bolluk içinde büyümüş çocukların gelecekten beklentisi, bir beklentinin olması gerektiği gibi, oldukça iyimserdi. Bunda bir sonraki yılların farklı bir rakamla başlayacak olmasının psikolojik etkisi yadsınamaz elbet ancak daha önemli bir sebep vardı ki şimdi yaşananların nasıl bir kısırdöngü olduğu ortaya çıkınca daha açık anlaşılıyor, bizimki saf ve kara cahil bir iyimserlikti. Ülkeyi, insanları hiç tanımıyormuşuz ve tarihi neredeyse hiç bilmiyormuşuz. Bu da çok doğal çünkü öğretilmeyen bir şey ancak ve ancak şahsi çabalarla öğrenilir, o da sayısı her zaman az olan kısıtlı bir kitlenin meraklı olmasından dolayı. Üstelik o kadar çok ilgi çekici görünen başka şeyler ve vaatkar bir gelecek vardı ki tarih yanlarında siyah beyaz ve epey köhne kalıyordu. Ben büyürken, doksanlı yılların ortasını kastediyorum, doğan yeğenlerime, kuzenlerime, aslında tüm çocuklara gıptayla bakardım. Ben yetişkin olduğumda ve yaşlanmaya başladığımda onlar hayatlarının baharında olacaklar ve o harika geleceğin tadını çıkaracaklardı. Böyle olmadı. Bugün geleceği değil bizim bile tanık olmadığımız, geride bırakıldığı, daha doğrusu yok edildiği, mağlup edildiği sanılan kapkaranlık bir geçmişi yaşıyoruz. Ebeveynlerimiz alt ettiklerini sandıkları geçmiş hakkında bize hiç bilgi vermemişlerdi. Belki verecek bir şeyleri yoktu, tıpkı bugün bizim de doksanlı yılların ortasında doğmuş olanlara söyleyecek hiçbir sözümüzün olmaması gibi. Bugün içinde olduğumuz karanlığa çocukluğumun, gençliğimin cılız ışığı eşlik ediyor ve nesneleri, kavramları, belli belirsiz bir gelecek ümidini aydınlatmaya çalışıyor. Ekin Deniz Kuzu ve akranları için o ışık da yok, tek görebildikleri ışık ekrandan parlıyor ve var güçleriyle, bütün yeteneklerini kullanarak geleceklerini öyle ya da böyle dışarıda bir yerde inşa etmeye çalışıyorlar. Buradan ümitsizlik ve karamsarlık doğar, öfke birikir, hem çevresine hem kendi varlığına yönelik bir yıkım başlar. Ve bazen her şey yıkımla başlar.
“Sadece durduğum yerde bile içime muhteşem bir öfke biniyor” diyor son öyküdeki İlhan Erman ve neredeyse hemen ardından, “Bütün bunlarla başa çıkmakta yetersiz kaldığımı fark etmekse, hem de sürekli, en kötüsü” diye devam ediyor. Becerememenin erdem sayıldığını düşündüğü bir yerde yaşıyor olmaktan kaçamıyor. Hayatına son verdikten hemen sonraki öykülerde benzeri hayal kırıklıklarını yaşıyor ve o hep aradığı Selma’yı bulsa da, hatta onunla birlikte belki sürekli arzuladığı sonsuz uykuya direksiyon kırsa da kaçamayacağının farkına varıyor. Bir ses, kuşağının yaşadıklarını, şimdiki zamanın yaşıtlarında bıraktığı izleri anlatmak için bir ses olmak istiyor. Bu sebepten ötürü öykülerin söz edilmeye, okunmaya değer olduğunu düşünüyorum.
Ekin Deniz Kuzu, yazmayı ve kendine özgü sesini geliştirerek kullanmayı sürdürürse belli ki yeni anlatılar kuracak ve muhakkak ilgi çekeni olacak. Hikâye anlatma biçimi üzerinde düşündükçe ve kuşağının çoğunluğunda gözlemlediğim parlak zihnindeki sesleri, fikirleri, düşünceleri öykülere dönüştürdükçe bir sonraki eserlerini takip edeceğim.